Kadınlar dünyayı nasıl değiştiriyor?

Jon Wiener

Dünya Kadınlar Günü’nde, dünya genelindeki birçok kentte bütün gün eylem ve aktivist gösteriler düzenlendi. Yeniden canlandırılmış bir feminist hareketin dünyayı nasıl değiştirdiğiyle ilgili sorularımızı Rebecca Solnit’e yönelttik. Yeni kitabının başlığı Tüm Soruların Anası (The Mother of All Questions) olan Solnit, ödüllü bir yazar ve aynı zamanda da tarihçi ve de aktivist. Popüler güç, isyanlar, sanat, çevre, keyif, felaket ve umut gibi konular üzerine yazdığı yaklaşık 20 kitabı var… The Guardian’da da yazıları yayımlanan Solnit, Harper’s Magazine için de editörlük görevini yürütüyor… Buradaki röportajımız kısaltılmış halidir…

»Büyük resimle ilgili konuşmak istiyoruz. Beyaz Saray’da gördüklerimize rağmen, yeniden canlandırılmış bir feminist hareket olayları değiştirmekte. Bunu nasıl tanımlıyorsunuz?
Kuralların ciddi anlamda değiştiği bir dizi yıl gördük: 2012, 2013, 2014. Özellikle bir iki dava önemliydi. Steubenville’deki liseli bir futbol takımı oyuncusuyla ilgili tecavüz davası ve kurbanın ölümüyle sonuçlanan Yeni Delhi’deki korkunç tecavüz olayı. Sonra da Bill Cosby skandalı… Bir dizi olay, dikkatleri daha önce hiç karşılaşmadığımız bir şekilde kadına yönelik şiddetin asıl boyutuna çekti. Bunu görmek bir bakıma şaşırtıcıydı çünkü bu tür olaylar her zaman yaşanıyordu ancak kadınlar bu sefer nihayet ‘artık buna müsaade etmeyeceğiz: bu olaylar olmuyormuş gibi davranamazsınız’ dediler. Ve sonra da değişiklik yaratmak için ayağa kalktılar.
Bazı adamların bunu affallayarak izlediklerini gördük. ‘Ne yani, artık onu yumruklayamayacak mıyım? Tecavüz edemeyecek miyim? İnsan hakları mı?’ diyorlardı. İnanılmaz bir değişimdi.


Obama’nın üniversite kampüslerinde daha baskın bir şekilde uygulamaya soktuğu ‘eğitimde eşitlik’ ilkesini kapsayan Title IX yasasının bu farkındalıkta yeri büyüktü tabii; ancak kampüslerde yaşanan tecavüzleri gündeme getirenler öğrencilerdi. Ve aralarında birçoğu da tecavüzden sağ kurtulan kişilerdi. Diğer taraftan, Emma Watson’dan Beyonce’ye varana kadar birçok popüler kültürden ünlünün feminizmle ilgili yorumları da etkili oldu. Görünürlük ve kabul edilirlik ile ilgili standartlar ve neyi nasıl tanımlayacağımız ve kimlere duyuracağımıza yönelik algılar yeniden düzenlendi. Çok büyük birşeydi…

»Sessizlikten bahsedelim. Siz sessizliği ‘baskının evrensel koşulu’ olarak nitelendiriyorsunuz.
Evet. Kitabımdaki en uzun metin – yaklaşık 12,000 kelime – sessizlik hakkında. İlk başta, kadınların nasıl susturulduğuyla ilgili yazacağımı düşünmüştüm. Fakat sonra farkettim ki sosyal anlamda tanımlanan ‘cinsiyet’ aslında karşılıklı bir dizi sessizlikten oluşuyordu. Erkeklerin nasıl sessiz kaldığı ve susturulduğu ile ilgili de yazmak zorundaydım... Ataerkil güç elde edebilmek için bir takım değiş tokuşlar gerekiyor. Örneğin, duyarsızlaşma ve bazı duygu ve ifadelerden uzaklaşma gibi… Bu, başka insanların da sessiz kalmasını gerektiren bir sessizlik türü…
Aslında kadın hareketinin tüm tarihini ‘sessizlik’ üzerinden anlatabiliriz çünkü eğitim hakkı, seçme-seçilme hakkı, beden üzerinde kontrol sahibi olma hakkı gibi haklar aslında sessizliği bozan adımlar… Kadınların her daim ‘susturulmaya karşı’ bir mücadelesi oldu…

»Harika bir cümleniz var: ‘Sessizlik kentinin birden fazla sokağı vardır’.
Profesör Kimberley Williams Crenshaw’ın kullandığı bir terim var: ‘kesişmeli.’ Bu ifade, bugünün feminizm ve insan haklarıyla ilgili anlatımlarının önemli bir parçasını da anlatıyor. Örneğin, kadın hakları ve ırklar arası adalet gibi iki farklı kategorideki görüş kesişiyor ve bunları birarada düşündüğümüzde birbirlerini şekillendiriyor ve tamamlıyorlar…

»Feminizmi yüksek sesle savunan kadınları susturmaya yönelik azgın kampanyalar yürütüldüğüne şahit olduk. Tabii, sosyal medya da bunun için yeni bir muharebe alanı oluşturuyor. The Guardian, yazarlarına yönelik iğneleyici yorumları incelemişti. Nasıl bir tabloyla karşılaştıklarını bize tekrar hatırlatabilir misiniz?
Sözlü saldırıya mağruz kalan 10 kişiden 8’i kadındı; ikisi beyaz olmayan kişilerdi; ve en çok saldırıya uğrayan yazar ise feminist yazar Jessica Valenti’ydi. Bu durum, Silikon Vadisi’nin yarattığı korkunç ortamın bir parçası. Sosyal medyanın, insan hakları kuruluşları ya da trans gruplar gibi kesimler tarafından oldukça etkili bir şekilde kullanılabildiğini biliyoruz ancak bu alan beyaz adamın birçok anlamda kendisi için yarattığı bir platform. Örneğin Twitter, tecavüz ve ölüm tehditleri dahil nefret söylemlerine karşı bir uygulama getirmiş değil…

»Engeller, kayıplar ve yapılması gereken şeylere yeteri kadar odaklanmayıp, zafer ve başarı hikayelerini fazla vurgulayıp, dayanışma ve özgürlük eylemlerini fazla kutlamakla eleştirildiğiniz oldu. Bu yöndeki eleştirilere ne diyorsunuz?
Bu, standart bir sol yaklaşımıdır. Sol, anaakımın bahsetmediği çirkin ve yozlaşmış şeylerden bahseder ve bu nedenle de anaakımdaki bazı kişiler için çekici gelir. Fakat ben sol mücadelede büyüdüm ve birçok şeyin ne kadar da berbat bir halde olduğunu net bir şekilde anlatan birçok insan olduğunu biliyorum. Ancak ben, 2003’de kaleme aldığım Karanlıktaki Umut (Hope in the Dark) kitabımdan sonra bu rolü üstlendim ve zaferlerimiz, gücümüz ve bunların yarattığı potansiyelimizle ilgili daha fazla konuşmayı tercih ettim…

Değişimi görebileceğimiz uzun vadeli oluşumlara bakacak olursak: ben 1961’de doğduğumda kadınların seçme hakkı vardı ancak Ivy League üniversitelerinde kadınlara karşı ayrımcılık da vardı. Ve o dönemler, aile içi şiddet suç olmasına rağmen ancak kadın öldürüldüğünde cezaya tabi tutuluyordu. Tanıdık biri tarafından ya da evli olunan eş tarafından tecavüze uğramak diye bir suç yoktu. ‘İşyerlerinde cinsel istismar’ diye bir suç tanımı bulunmuyordu. Kısacası cinsiyete dayalı ayrımcılık neredeyse her yerde rastlanan evrensel bir standarttı. Kadınlar, devlet, hukuk, eğitim, sağlık, endüstri ve diğer birçok alanda neredeyse hiç yer almıyordu.
Tarihteki çizgiye baktığımızda, son 50 yıl boyunca ortaya koyulan kadın hareketlerinin getirdiği değişiklikleri görebiliyoruz. İnsanlara, durağan bir dünyada yaşamadığımızı hatırlatmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Durumlar değişiyor. Bazı durumlar daha kötüye gidiyor… Ama bazı durumlar da iyiye…

Tabii, zafer kutlamalarının eleştirilme nedeni, bu tür heyecanların insanlara ‘artık işimiz tamamdır’ algısı yarattığı yönündeki görüşler olabilir… Mesela, eşcinsel evlilikle ilgili gelişmeler büyük bir zafer örneğidir. Sanırım bunu kutlayabiliriz. Fakat bu, homofobinin bir gecede ortadan kalktığı anlamına da gelmiyor… Diğer taraftan, bence insanların evlerine dönüp mücadeleyi bırakmalarının nedeni aslında, ‘hiç gücümüz yok; hiçbir şeyi değiştiremiyoruz’ şeklinde endişelere kapılmalarıdır…

Yaşadığımız dönem hem çok heyecan verici hem de korkunç. İnanıyorum ki, ne olacağı esasen bize bağlı. İnsanlar aktif olmaya devam edecek mi? Daha fazla zorlayacaklar mı? Bazı şeylerin önüne geçecek mi? Göreceğiz…

The Nation’dan çeviren Burcu Gündoğan