Şuncacık özgürlük için bunca efor sarf etmek zorunda kalmamız hiç adil değil. Ama hikâye de burada başlıyor. Hikâye için en gerekli şeylerden biri çatışmaysa, kadınların günlük hayatının en basit gibi görünen kararında bile çatışma var. Mahalle VS etek seçimi, baba VS partner seçimi, akrabalar VS iç seçimi, toplum VS ilişkilerimiz, kendin VS partnerin…

Kadınların basit gibi görünen kararlarında bile çatışma var

CAN UĞUR

Yazar Sinem Sal’ın son romanı Bizim Zamanımız geçen günlerde raflarda yerini aldı. Romanda kadınlar öne çıkarken zaman olarak da 90'larda dolaşıyor okur... Sinem Sal ile son romanını konuştuk.

Kadınlar romanın kahramanları. Buradan başlayalım isterseniz. Nedeni nedir bu seçiminiz?

Bizim Zamanımız’daki kadınlar, kendi iç sesini uzun zaman önce kaybetmiş ya da hâlâ arayan kadınlar. İç sesi dedikleri sese annelerinin sesi, babalarının sesi, mahallenin abilerinin sesi karışmış. Bastırılmış olan bu ses açığa çıktığında bu sebeple cılız olmuyor. Kuvvetle patlıyor. Mihrap, annesi Asiye, komşuları Jüli, Tülay abla ve Ayten abla… Hüzün ve korkuyla mücadele etmek için ellerinde iki şey var: Neşe ve cesaret. Birbirinden farklı geçmişlere sahip olsalar da dairelerinin arasına yolluk atıyorlar. Tuhafiye dükkânını ayakta tutmak için onlara akıl veren dayılarına kulak asmayıp bildiklerini okuyor, kendi çarelerini arıyorlar. Başlarına gelmeyen kalmıyor ama dizlerine kahkahalarla vurarak anlatabiliyorlar. Bu duygu bolluğunu yakalayacağımı bildiğim kadınlar bir yanıyla çok tanıdık geldi. Ana hikâyeyi oluşturduktan sonra bu kadınların günlüklerini yazmaya başladım. Romanda elbette yer almıyor ama okuyucuyla paylaştığımın ötesinde bir gerçeklik ve hakiki bir tanışıklık yaratmanın en iyi yolu buydu benim için. Karakterlerin hikâyeleri doruk noktasına ulaştığında Mihrap’ın dahil olduğu, bir anlatıcı olarak da gördüğü kadarını bize aktardığı bu romanda kadınlar içgüdüsel bir örgütlenme gerçekleştiriyor. Birbirlerini dinliyorlar her şeyden önce. Dinlediklerinde anlıyorlar. Anladıklarında da bunca yıl yerlerinden kıpırda(ya)madıklarına inat ayaklanıyorlar. Dünyanın bir başka yerinde belki ayaklanma olarak tanımlanmayacak olan bu kararlarının ve eylemlerinin bu kadar göze batması ve etki yaratması benim ilgimi çekiyor.

Aile ilişkileri yine romanda karşımıza çıkan ögelerden. Aile özellikle kadınlar için bir sığınak olmanın yanında bir kapan da olabiliyor. Siz eserlerinizde bu tabloyu nasıl yorumluyorsunuz?

Mihrap, otuz yaşında, çok kısa süren bir evlilik yaşıyor. Şimdiye kadar her şeyi annesinin istediği gibi yapmış. Düzgün evlat, düzgün eş, düzgün kadın… Güçlü kadın, güçlü kadın, güçlü kadın… Annesi Asiye’yi “Hükümet gibi kadın” diye tanımlıyor, ki kitap ilerledikçe her defasında farklı bir hükümet tanımlamasıyla karşılaşıyoruz. Annesi, Mihrap’ın güçlü olmasını bekliyor. Mihrap’sa “My Kitchen is my Kingdom” yazan bir mutfak önlüğü giyiyor, Dalyan’ın mutfağına girince, ileride turistleri bu evde gezdirirken Mihrabanım da burada hamurların kabarmasını beklerdi diye anlatırken hayal ediyor ve Dalyan, onu hayal kırıklığına uğrattığında ağlarken, Asiye “Yeminle seni ağlarken görmek istemiyorum,” dediğinde “Anne, ben güçlü olmak istemiyorum, mutlu olmak istiyorum,” diyor. İç sesi, sürekli annesinin, her defasında toplumun, her seferinde mahallenin sesiyle karışmış olan Mihrap, gerçek iç sesini şema terapi bilen mahallede serbest gezinen bir aslanda, Şahin karakterinde buluyor. “Bir kükrersem…” diyor Şahin, “nasıl rahatlarım biliyor musun, ama o zaman mahallede tutmazlar beni.” Tutarlar mı? Daha neler…

Annesiyle kurduğu ilişki değerli Mihrap’ın. Onun ağzından söyleyeyim. Bir ruh çağırma sahnesi var mesela. Orada Mihrap babasıyla anlatıyor. “Annemle iyi bir ikiliyiz, evet. Ama annemle ikili değil de sadece anne kız olabilirdik. İkili olduğumuzdan hayat aynı anda üstümüze geliyor, aynı anda ayaklarımızdan çekiliyor. Biz aynı anda kaçıyor, aynı anda kovalıyoruz. İki kolun teki gibi yaşamaktan usandım.” Tam da bu sebeple “annem hükümet gibi kadındır” diyor. Kollamakla kollarının arasında boğmak arasında ince bir fark var. O farkta hepimiz heba oluyoruz. İktidar olma arzumuzu genetik bir hastalık gibi kaçınılmaz bir şekilde aktarıyoruz.

kadinlarin-basit-gibi-gorunen-kararlarinda-bile-catisma-var-841390-1.

Romanınızı yazarken içinde yaşadığımız dönemde kadınların yaşadıkları sorunlar sizi ne kadar etkiledi?

Şuncacık özgürlük için bunca efor sarf etmek zorunda kalmamız hiç adil değil. Ama hikâye de burada başlıyor. Hikâye için en gerekli şeylerden biri çatışmaysa, kadınların günlük hayatının en basit gibi görünen kararında bile çatışma var. Mahalle VS (versus) etek seçimi, baba VS partner seçimi, akrabalar VS iç seçimi, toplum VS ilişkilerimiz, kendin VS partnerin… Bu karşılaşmaları seyretmek istemiyorum. Şey gibi… “Nereyi açsak bunlar var…” Her sabah Mortal Kombat’a girişiyor gibi güne başlamak, günü öyle sonlandırmak biraz usandırıcı. Ama Bizim Zamanımız’daki kadınlar, bunun bir yolunu buluyor. Takım oyununu tercih ediyorlar.

Zaman da oldukça önemli bir eksen romanda. 90’ları seçmenizin nedeni nedir ve sadece 90’ları mı düşünerek çıkarttınız bu yapıtı ortaya?

Bizim Zamanımız, doksan dokuz yılının son üç ayında ve 2000’in ilk iki ayında geçiyor aslında. Milenyum! Milenyumda tüm zenginler uçan arabalara binmeye başlayacağı için kendiliğinden sınıf atlayacağına inanıyorlar. Kivi, çilek, muz kendiliğinden ucuzlayacak. Herkes kapsüllerle beslenmeye başlayacak. Hem belki milenyumda acı da çekilmiyordur? Aslında hepsi kendi milenyumunu bekliyor. Baktılar televizyonda anlatılan gibi değil elleri belinde beklemenin tarihini yazan bu kadınlar, şimdi diyor, bizim zamanımız.

Roman karakterlerinizi oluştururken otobiyografik unsurlardan ne kadar yararlandınız?

Benim büyüdüğüm bina Halkların Kardeşliği gibiydi. Kimi ararsan var. Bu daireler arasına yolluk atılırdı. Şimdi onlardan ve hikâyelerinden söz etmem çok doğru olmaz sanırım. Romanı Hasköy’de kurguladım ben. Otobiyografik kısmı da aslında burada başlıyor. Otobiyografik bir hikâye yazmadım ama yazarken biyografim değişti. Mesela babamın “solcusever” olduğunu bilmiyordum. Romanı yazmak için Hasköy sokaklarını bir kez daha gezmek istedim yıllar sonra. Amcamla buluştuk. Hasköy Spor Tesisleri’nin çay bahçesinde oturup sohbet ettik sonra da Kalaycıbahçe’ye doğru yürüdük. Bir kitapçının önüne oturduk. Orada hemen bir masa kuruldu. Babamın arkadaşları ve yaşça ondan küçük olanlar geldi. Hani biri ölünce arkasından hikâyeler anlatılır ya… Başladılar anlatmaya, 26 yıl sonra. Kıyasıya kavgaların olduğu o yıllarda yine bir gün “Faşistlerle aramızda bir kavga çıkmıştı,” dedi babamın arkadaşı, “baban da geldi yanımıza. Yokuşun başına doğru küfrediyor.” “Abi,” dedim “böyle dümdüz küfredilmez, biraz politik küfret.” “Politik küfür ne?” dedi. “Oportünistler de, revizyonistler de…” Tamam, demiş babam ve bildiğin o düz-cinsiyetçi küfürleri edip sonuna “Oportünistler, revizyonistler…” diye eklemiş. “Bizim gibi okuma yapmazdı baban ama bir kavgaya gireceksek yanımızda olurdu ve kavgaya girerken baban yanımızdaysa sayımıza bakmazdık.” Ben bu hikâyeleri dinlerken hepsini kaydettim. Sonra yürüyüşe devam ettik. Biriyle daha karşılaştık. “Bak,” dedi amcam, “abimin kızı…” O da “Duydum,” dedi. Mahalleye geleli daha yarım saat olmuştu. Mahalle aynı mahalle. Şiir gibi konuşan bu insanlar, aynı insanlar… Büyük bir oturma odasında oturup sohbet ettik gibi. Romanın ruhuna katkısı elbette oldu ama en çok da şunu öğretti bana: Hikâyeler anlatılmalı. Çünkü hâlâ kalan sağlar var.