Burhan Sönmez son romanı Franz K. Âşıkları’nda, 1968’de her yer gençlik ayaklanmalarıyla sarsılırken Eski Nazi suçlularını cezalandıran bir gençlik grubunun Kafka’nın intikamını almak üzere Max Brod’un peşine düşme hikayesini anlatıyor.

Kafka’nın intikamı

Eda Köprü YILMAYAN

Burhan Sönmez’in yeni kitabı Franz K. Aşıkları, Avrupa’nın Doğu ve Batı olarak ikiye bölündüğü Soğuk Savaş sürecinde Paris-İstanbul-Batı Berlin arasında geçiyor.1968 yılında her yer gençlik ayaklanmalarıyla çalkalanmakta, öğrenci dergilerinde de tartışmalar sürmektedir. O dergilerden birinde de Kafka’ya ihanet eden arkadaşı Max Brod hedef alınmıştır. Kafka ölmeden metinlerini Max Brod’a teslim etmiş ve eserlerini yok etmesini istemiştir. Fakat Brod Kafka’nın vasiyetini yerine getirmez, metinleri yayınlar. Eski Nazi suçlularını cezalandıran bir direniş grubundaki gençler de Max Brod’un peşine düşer. Burhan Sönmez okurlarını polis merkezinde başlayan soruşturma süreci mahkeme salonu, cezaevi ile süren düğüm düğüm çözülen hem bir aşk hem de bir polisiye maceraya sürüklüyor. Merak ettiklerimizi Sönmez’le konuştuk.

Batı Berlin’de polis merkezinde başlayan, mahkeme salonu ve cezaevi süreciyle geçen bir hikâyeyi okuyoruz. K. Âşıkları’nın hikâyesini yazmaya nasıl karar verdiniz?

Romanda, iç içe anlatılan iki ayrı hikâye var. Biri, Kafka ile ilgili tartışmaların sürüklediği suikast ve tutuklanma hikayesi, diğeri ise iki gencin çocukluktan itibaren gelişen sevgileri ve hayatlarının onlara çizdiği yön. Bir Fransız düşünürün kitabında okumuştum. İkinci Dünya Savaşı sırasında Fransız partizanlar faşistlere karşı direnirken yeraltında bir de kültür-sanat dergisi çıkarırlarmış. O dergideki bir tartışma “Kafka’nın eserleri yakılmalı mı?” üzerineymiş. Tek bir cümlede okuduğum bu bilgi, zihnime mıh gibi çakıldı. Kafka üzerine okumalara başladım ve olayı farklı bir döneme taşıyarak, 1968’de Paris’i ve Batı Berlin’i de saran gençlik ayaklanmalarının içine yerleştirdim. Gençlik ayaklanmalarının merkezinde ise İstanbul’dan Paris’e gelmiş genç bir çift vardı.

Ferdy Kaplan karakteri arada kalmış ne Alman ne Türk olabilmiş bir figür. Siz neden ona bu adı vermeyi tercih ettiniz?

Biraz da Kafka’yı anlamanın yoluydu bu. Kafka Praglıydı, ama Yidiş veya Çek dilinde değil Almanca yazıyordu, ama Alman değil Yahudi’ydi. Bir insan pek çok kültürel, siyasi ve sosyal kimlik öğelerini kendi içinde taşır. Bu yüzden bir insanı sadece bunlardan biriyle tanımlayamayız, tıpkı Kafka’yı sadece Almanca diliyle veya Yahudi kökeniyle veya Praglı olmasıyla tanımlayamayacağımız gibi. Zaten hikâye de bu noktaları birer birer geçerek, özünde bir tür Kantçı diyebileceğim, insan ruhuna sahip çıkma noktasına yöneliyor. Romanın başkahramanı olan Ferdy de annesi Alman babası Türk, kendisi bunun getirdiği iyi ve kötü sonuçlarla yüzleşerek, kendisine, kendi ruhuna bir yön çizmeye çalışıyor.

Max Brod “Kafka benim Tanrımdı ve ben onun iradesini yok saydım. Dante bugün yaşasaydı, beni Komedya eserindeki Cehennem’e layık görürdü” diyor. Sizce Max Brod, Kafka’nın eserlerini saklamalı mıydı? Siz olsanız ne yapardınız?

Sanırım en netameli soru budur bir yazar için. Ben burada, romanımın kahramanları gibi düşünmediğimi ifade etmek istiyorum. Genelde yazar ile romanda anlatılanları karıştırmak, yani yazarın kitapta kendi düşüncelerini anlattığını sanmak gibi bir eğilim olur. Ben bu kitaptaki temel tezi işlerken farklı bir düşünceye sahiptim. Max Brod’un Kafka’yı yayınlamasına değil de onu yayınlarken nasıl bir yol izlediğine yani kitapları ne kadar değiştirdiğine dair tartışmalar var, bunları anlamlı buluyorum. Ama romandaki kahramanların iddia ettiği gibi, kitapların yayınlanmasına karşı çıkarak Brod’u cezalandırmaya gitmeyi aşırı buluyorum. Ama bu benim değil, romandakilerin kararıydı, ben de o çizgiyi işleyerek onların anlam dünyasını açığa çıkarmaya çalıştım.

Kitabınızda Kafka ve küçük bir kızın parkta karşılaşmalarına yer veriyorsunuz. Bebeğini kaybeden küçük kıza Kafka bir masal anlatıyor, bebeğinin geleceğini, yolculuğa çıktığını söylüyor. Haftalar sonra küçük kıza yeni bir bebek hediye ettiğinde de bebeğinin değişmiş olduğunu gören kız şaşırınca “Yolculuk insanı değiştirir” diyor. Siz bir yazar olarak Kafka’yı anlamaya çalışırken nasıl bir değişim geçirdiniz?

Bu soruya anlamlı bir cevap verebileceğimi sanmıyorum. Ancak bir psikanalistin koltuğunda terapi seansları boyunca içimi dökersem bir şeyler açığa çıkabilir, belki. Ama şimdi ne desem, sahici olmayacak. Sadece genel bir şeyi söyleyebilirim: okuduğumuz her etkileyici eser veya hayatta geçirdiğimiz her yeni tecrübe, mutlaka bizi değiştirir, bunun ne ölçüde bir değişim olduğunu bilemesek de.

Kafka’nın derdi sadece yayınlanmasını istemediği eserleriyle de ilgili değil, Dönüşüm kitabının kapağına ilişkin de yayınevlerine talepte bulunuyor. Kitabının kapağında böcek olmasını istemiyor. Yazar kitabını tamamladığında eser onun olmaktan çıkar mı?

Bir eseri belirleyen şey yalnızca yazarın kendisi olmuyor, içinde bulunduğumuz dönem ve mekân da belirleyici. Yazarın iradesi, mutlak ve her yerde aynı biçimde işleyen bir şey değil. Benim başıma da bu tür şeyler özellikle diğer ülkelerde geliyor. Mesela İstanbul İstanbul romanım, bir işkence merkezindeki insanların birbirlerine hikâye anlatarak zaman geçirmelerini anlatıyor. Bu kitabım kırktan fazla ülkede yayınlandı, birkaç istisna dışında bu çevirilerin kapağında hep cami resmi yer aldı. Bunun benim anlattığım hikâyeyle bir ilgisi yoktu, ama o kitabın yayınlandığı ülkedeki İstanbul algısının bir yansımasıydı. “Paris Paris” diye bir romanı çeviren bir yayınevinin aklına gelen ilk şeyin onun kapağına Eyfel Kulesi’ni gösteren bir resim koyması gibi bir şey bu. Her romanımda, her ülkede farklı durumlarla karşılaşıyor, her seferinde oradakilerle diyalog içinde oluyorum.

Bir de aslında anlattığınız hikâyede boş yere ölen Ernest Fischer adında bir öğrenci var. Ernst Fischer, Kafka’nın eserlerindeki karakterleri inceleyen bir yazar. Max Brod’la Ernst Fischer’in farklılığını ortaya koymak için mi kitapta bu iki isme yer verdiniz?

Öyle bir gönderme yapma niyetim olmadı. Ernst Fischer gerçekte önemli bir eleştirmen, gençliğimde olduğu gibi şu dönemde de okuduğum biri. Ama romandaki karaktere bir isim ararken bu ismi seçmemin tek nedeni bunun kulağıma hoş gelmesiydi. Onun dışında bir anlam arayıp bulan olabilir, ama bir yazar olarak benim böyle bir yola başvurma niyetim olmadı. Bu tür okur yorumları ve soruları bana da geliyor. Burada olay benim sınırlarımın dışına çıkarak, okurun yaratıcı alanına dahil oluyor. O tür yorumları ilgiyle okuyorum.

İSTANBUL SERMAYENİN TALEPLERİNE KURBAN EDİLMİŞ BİR ŞEHİR

Değişen İstanbul’u da hikâyede işliyorsunuz. İngiltere’de yaşıyorsunuz. Gidip geldikçe ne tür farklılıklar gözlemliyorsunuz? Bir şehrin değişmemesi mümkün mü? İstanbul’da yaşanan değişimi nasıl anlatmak istersiniz?

Bir kentin değişmemesi mümkün değil. Ne İstanbul ne de doğduğum köy aynı kalabilir. Bizim için sorun, bunun nasıl bir değişim olduğudur. İstanbul dünyanın en hızlı değişen, kültürel dokusu en fazla bozulan kentlerinden biri. Halkın ihtiyaçlarına veya kentin tarihsel ve kültürel dokusuna sadık bir değişimden ziyade, sermayenin aşırı taleplerine kurban edilmiş bir kent durumunda. İstanbul İstanbul başta olmak üzere pek çok romanımda bu konuya değinmeye çalıştım.