Ne demişti Erdoğan: “Her kürtaj, bir Uludere’dir.”

Başta devlet hastaneleri olmak üzere, doktorlar artık sadece kürtajdan değil, sezaryenle doğum yaptırmaktan da korkuyorlar; tıbbi bir zorunluluk olduğu durumlarda  dahi: Doğal doğum yaptırtacağım derken, kadının karnına bastıra bastıra annenin de çocuğun da öldürüldüğü oluyor ya da kadın kan zehirlenmesinden ölüp gidiyor, kürtaj yapılmadığı için. Ve de valilikler bu doktorlar hakkında dava açılmasına izin vermiyor; tabii yine büyük ölçüde patron-u âzamdan korkularına. Son çare Bölge İdare Mahkemesine başvurmak; ki, oradan da takipsizlik kararı çıkması neredeyse kesin: Kış günü, anında sürülmek var, mazeretin ne kadar ciddî, hatta hayati olursa olsun; dahası ‘paralelci’ ilân edilip işinden/içeri atılmak var; belki bir kör kurşuna hedef edilmek de, daha kapsamlı bir senaryonun yemi olmak üzere.

Bu son ihtimali aklıma getiren, Bingöl’de biri taze sürgün iki polisin öldürülmesi üzerine gerçekleştirilen çoklu yargısız infaz, Türkçesi katliam; polislerin katili diye yoldan çevirip öldürdükleri, ardından da “Gerekli talimatı verdik, anında cezalandırıldılar”  diyerek övündükleri, ancak daha sonra olayla hiçbir ilişkileri olmadığı ortaya çıkan, biri daha 14 yaşında dört insan ve de hemen gelsin gizlilik kararı ve yayın yasağı.

Yeni Türkiye dedikleri, hastanedeki sezaryen ve kürtaj yasağından başlayıp polisin alenen yol kesip çoluk çocuk demeden insanları kurşuna dizdiği bir cinayetler deryası. Ve de vatandaşının sağlığı için asansörden şekerine tuzuna kadar yasaklar getiren bir hokkabazlar panayırı. Sigarayı artık açık havada da yasakladılar: Dertleri, tabii ki vatandaşın sağlığı falan değil, insanları kendi evlerinin balkonundan arabalarının içine kadar tedirgin edip sindirmek, yıldırmak; Türkçesi (!..) terorize etmek.

Kendileri ‘İnsan’ kavramına ulaşamamış, dolayısıyla vatan sevgisine de, vatandaşa saygıya da yaklaşmaları ontolojik olarak zaten imkânsız olan  siyasal İslamcıların bir sonraki adımlarının, IŞİD’çi kardeşleri gibi sigara içenlerin parmaklarını kesmek olacağını hiç aklımızdan çıkartmayalım: Kapılarında sigara içilmesini yasakladıkları AVM, sinema, tiyatro gibi binalarda ‘sigara içme salonları’ tesis edilmesi yolunda bir kampanya başlatmak, faşizme karşı topyekûn mücadelenin bir uğrağıdır, bugünkü şartlarda, mevcut gidişat dikkate alındığında.

Tamam, sigara sağlığa zararlı; alışmamak lazım; ama ne Roboski katliamcıları, ne de Reyhanlı tezgâhçıları kadar insanın can düşmanı olmadığı da açık. Ayrıca bu tür yasakları gerçekten insan sağlığı kaygısıyla getiriyor olsalar, yemekte içilen bir bardak kırmızı şarabın kalp-damar hastalıklarına karşı adeta bir panzehir olduğunu da, yine halkın sağlığı açısından ilân etmeleri gerekirdi.

Dedik ya, bunların derdi başka: Biri, ‘Vardar Ovası’nı yasaklıyor kendi bulunduğu ortamlarda, içinde ‘rakı’ geçiyor diye; diğeri ise, aklına gelse ‘Sigaramın dumanı, yoktur yârin imanı’nı çalana söyleyene RTÜK’ten ceza yağdırtır; ki, bunlar neredeyse iki bin yıllık Buda heykellerini dinamitleten Taliban’la aynı kumaştandırlar. Zaten, bu takımın destekçileri arasında en iyi entelektüel rolü oynayan bir tanesi de bir ara şarkı ve türkü sözlerindeki uygunsuz ifadeler ayıklanmalıdır diye tutturmuş ortalıkta geziniyordu.

Bu iki türküyü de Müzeyyen Senar, hem çok severek hem de çok güzel okur, benim de bunları dinlerken aklıma hep ‘Bursalı mısın kadifeli gelin, çaydan mı geçtin; yanakların al al olmuş, konyak mı içtin’ gelir, onu mırıldanmaya başlardım. O, hepten, ben de baba tarafından Bursalıydık: Güle güle uyusun. Muhafazakâr sanat/müzik yandaşı muhteremlere de, Allah, kalan ömürlerini ‘ezan’ın bile makamsız okunduğu Selefistanlarda geçirmeyi nasip eylesin. Amin.