Komşunuzda misafir olmak başınıza gelebilecek en kötü şey. Dayanışma yalandır sen kendini garantiye al. Komşuların, akrabaların seni evinde ‘sığıntı’ gibi hissettirir

Kamu spotları bize neyi anlatıyor?

BELİT ÖZÜKAN

son zamanlarda şu kamu spotları hayli can sıkıyor. Belki çok zamandır çarpıklıklar var ama benim dikkatimi çekeli yaklaşık 2 sene oluyor. Zaman içinde pek çok kamu spotu izledik ancak şu son dönem kamu spotları bize bir yaşam ve düşünce tarzını dayatır, alttan alta işler oldu. Farkında mıyız?

Filmlerdeki senaryo ve mantık hatalarına, hatta bir oyuncu olarak kötü oyunculuklara dair eleştirilerimi saklı tutacağım. Ama ben asıl meseleyi konuşmak istiyorum: Algı yönetimi.

Listeleyerek gideceğim. Bize ne anlatılıyor, aslında olan nedir ve ideal olarak ne anlatılmalı?

Van depreminden yola çıkan zorunlu deprem sigortası filmleri ile başlayalım:

Filmde Van depreminden sağ kurtulmuş ancak yakınlarının evlerinde misafir edilen ailelerin “dram”ları konu alınıyor. Film diyor ki:

“Komşunuzda misafir olmak başınıza gelebilecek en kötü şey”. Dayanışma yalandır sen kendini garantiye al.

Komşuların, akrabaların seni evinde -hele başından böyle korkunç bir felaket geçmişken- tam bir ‘sığıntı’ gibi hissettirir.

‘Zorunlu’ deprem sigortasını yaptırmazsan bu rezil durumlara düşersin mazallah.

Sonra neler olmuştu Van depremi sonrası bir düşündüm.

Henüz Gezi yaşanmamış ve batı Türkiyeliler için doğuyla empati kurmak henüz yaygınlaşmamışken, bölgeye yardımlar yağmıştı. Maçlarda insanlar atkılarını, kazaklarını sahaya attılar. “Evim evindir” dendi. Evlerini açanlar oldu. Buradan insanlar kalkıp, gönüllü çalışmalara katıldılar. “Oh olsun” diyen insanlıktan nasibini almamışlar açıkça lânetlendi. Büyük gösteriş ve reklam amaçlı, yapılacağı iddia edilen yardımlar gelmeyince insanlar isyan etti. Cebine bir mektup iliştirip ceketini çıkarıp yollayanlar oldu “beraber üşüyelim” diye…

Peki neydi deprem kuşağında olan Türkiye’nin, kamu spotlarıyla bize hatırlatması gereken?

Zaten zorunlu olan deprem sigortasının yapılıp yapılmadığını kendi mekanizmaları içinde denetleme işinden sonra bu kamu spotlarında:

Vatandaşın oturduğu binalar ruhsatlı mıdır, depreme dayanıklı mıdır?

Yaşadığımız bölgeye en yakın toplanma alanı nerededir?

Deprem çantalarımız hazır mıdır, içinde neler olmalıdır?

Olası bir deprem anında devletin önceden hazırlığını tamamlamış olduğu yardımlara nasıl ulaşılır?

Bu sorular cevaplanabilirdi pekâlâ. Ancak maalesef Gölcük depreminde de olduğu gibi Van depreminde de binaların denetimi ve ruhsatlandırılması konusunda devlet mekanizması fena halde çuvallamıştı. Büyük şehirlerde afet toplanma alanları bir bir AVM’ye dönüşüyordu. Böyle bir felakette bize yardım 

etmekle yükümlü devletimiz de deprem vergileriyle duble yol yapmıştı. Eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmenin âlemi yoktu. Donan bebekler, aylarca yıllarca konteyner kentte kalanlar ve TOKİ skandallarından söz etmeye gerek yoktu.

En kolayı insanları felaketler karşısında yalnız olduğuna inandırmak, sigortalarını yaptırdığından emin olmak ve devletin sorumluluklarının lafını bile etmemekti.  Zaten şu filmdeki “vicdansız” ev sahipleri ‘Türkiye insanlarını kutuplaştırma’ projesine ayrı bir hizmet ediyordu.

Sonra şu “Anne sütü besleyecek, Türkiye büyüyecek” filmi takıldı gözüme. Çocuk ve anne sağlığı konusunda bu tip filmlerin elzem olduğunu düşündüğüm ülkemizdeki bu kamu spotu ne diyordu?

Filmde bir araya gelen kadınlara bakılırsa, bu insanların çocuk ve emzirmeden başka dertleri yoktu.

Kadın memesi “keyif kahvesi”ne benzetiliyordu (!) Üstelik “doyumluk değil, tadımlık” bir tüketim maddesiydi.

Uzmanların 6 ay vurgusuna rağmen “iyi anne” olabilmek için en az 2 sene süt makinesi olarak yaşamak gerekiyordu. 2 sene emzirmezsek bizi bekleyen bir suçluluk/eksik yaptım duygusu olacaktı, olmalıydı. Kaldı ki Türkiye’nin kalkınması buna bağlıydı. Bugün Sağlık Bakanı’nın yaptığı “Çalışacağım diye anneliği bir kenara atmayın” açıklamalarının ayak sesleriydi bunlar. Başka bir filmde ise yine kadına düşenin, özellikle de evladı için iyi beslenmesi gerektiği, bir kadın için çektiği tüm zorluklara rağmen yaşayacağı en büyük mutluluğun iyi bir anne ve sağlıklı bir besin kaynağı olması gerektiği anlatılıyordu.

Gerçekte ise anne ve çocuk sağlığını tehdit eden pek çok mesele göz ardı ediliyordu. Geçen bir gazetede okudum örneğin, ülkemizde 1 aydır verem aşısı yokmuş. Kime ne?

Aile içi şiddet ve taciz rakamları korkutucu boyutlara gelmiş. Sorun değil.

Doğurmayı tercih etmeyen kadınlar ise “henüz resmi olmayan” kürtaj yasağıyla evlerde kendi kendine kürtaj yaparken ölmeye başlamış.. Ne yapalım?

Anne sütünün önemi anlatılırken, aynı zamanda kadının üreten, ekonomi ve ülke gelişimine bizzat çalışarak katkı sunan, düşünen, kendini geliştiren bir anne olmasının da önemi vurgulansa fena mı olurdu? Burada temel sorun ülke kalkınmasında kadına düşen rolün emzirmek oluşu. Halbuki filmde hem kadına hem de bir anneye düşenin önce birey olmak olduğu hatırlatılsa ne olurdu?

Bu arada aylarca işyerlerinde tuvaletlerde, kenarda köşede 

sütlerini sağıp, kargoyla, aile üyeleriyle bebeklerine yollayan ve bir yandan da bildikleri işleri yaparak ülke kalkınmasına katkıda bulunan kadın arkadaşlarıma bir selam çakmak isterim buradan.

Gelelim son günlerin şahanesi iş ve işçi güvenliği kamu spotlarına. Bu, bende bardağı taşıran damla oldu. Filmlerde biri evlenmek, biri çocuk sahibi olmak üzereyken işyerinde kaza geçiren 2 işçinin durumu anlatılıyor. Filmlere göre, iş kazaları ‘güvenilir bir yer’ olan işyerinin değil, dosya almak için tekerlekli bir sandalyeye çıkacak kadar ‘dikkatsiz ve akılsız’ olan işçinin sorumluluğunda gelişen bir olay.

Zaten kaynak makinesinde biriken buharın denetlenmemesi ‘amirin acelesi’nin sonucu.

Ve yine bilinçaltımıza pompalanan aile kurmak ve çocuk sahibi olmak konseptleri ise kaybetmekten en çok korkmamız gereken şeyler.

Bu ülkede denetimsizlikler sonucu yaşandığı kabak gibi ortada olan Soma, Ermenek, Torunlar felaketleri yaşanmamış, her gün en az bir işçi inşaatlarda ya da türlü korunmasız çalışma alanlarında, kimyasalların kullanıldığı konfeksiyon atölyelerinde ölüp, hastalanıp sakat kalmazmış gibi, yine iş sağlığı meselesi vatandaşın sorumluluğuna bırakılmış.

Denetimsizlik ve takipsizliklerle işverenlerin ekmeğine yağ; işçilerinkine ise kan sürülmüş.

Peki ne olabilirdi bu filmde?

İşyerlerinin, sağlıklı ve güvenli bir çalışma ortamı için ne tür önlemleri alması gerektiğine dair bilgiler verilebilirdi. Yapılan denetimler ve bunları uygulamayan işverenlere uygulanacak yaptırımlar anlatılabilirdi. Haklarımız bize hatırlatılabilirdi. En azından ülkede insanlar şapır sapır sandalyeye çıkıp kafa üstü düştüğü için ölüyormuş gibi gösterilerek zekâmızla alay edilmeyebilirdi.

Ama öyle yapılsa Soma’dan çıkan kanlı kömürler sosyal yardım amaçlı dağıtmak üzere bu şirketlerden alınamaz mıydı acaba? #kafamdadelisorular

Aklımda kalan birkaç film daha var. Birinde “temiz bir çevre için”  kullanılan inşaat malzemelerinin önemi anlatılıyor. Çevre algısı yine inşaattan geçiyor. Başka bir filmde ise bana çocuklarının yanında “asla” sigara içilmesine izin verme denerek bir ebeveyn modeli dayatılıyor. “Uzmanlar önermiyor” falan demek yok. “Asla izin verme”. Yahu sen niye karışıyorsun benim neye izin verip vermeyeceğime?

Ben yine de iyi bir örnekle bitireceğim inadına. Yine Sağlık Bakanlığı’nın bir filmi var. “Bir gün benim bu gözlere, bu kalbe ihtiyacım olmayacak” diyen organ bağışı filmi. Görselleri, metni, seslendirmesi ile kalite olarak da diğerlerinden sıyrılıyor. Bize önemli bir meseleyi hatırlatıyor. Bir gün göçüp gideceğiz ve giderken başka hayatları kurtarabiliriz. Sloganı da güzel: “Benim en büyük mirasım, organlarım”. Ben de minik bir ekleme yapacağım. İnsanı insan yapan ‘vicdanı’… Ona iyi bakın.