Kanayan bir yara gördüğümüzde beynimiz, o yara ve kan bizim olmasa bile on binlerce yıllık insan varlığına dair bastırılmış bir bilgiyi derhal hatırlarmış.

Beyine acilen ‘yaşamsal tehlike’ olduğuna dair sinyal gider ve beyin, bilincimizi geçici olarak devre dışı bırakarak beden kontrolünü ele alırken ‘hayatta kalma’ ilkesi gereğince kalbe daha yavaş atma emri verirmiş…

Bu emirle yaradan akmakta olan kan yavaşlar ve eğer ölümcül bir durum varsa vücut birkaç dakika daha kazanırmış, yani bizim ‘kan tutma’ dediğimiz ani bayılma aslında biyolojik bir savunma refleksi.

Ve başkasının yarasına ve kanına insan doğma ve ‘olma’ bağıyla bakabilen istem dışı bir bilgiymiş.

Bu bilginin bile hükmünün bittiği gün 10 Ekim’di...

O gün artık, kimsenin kanının kimseyi tutmadığı, ‘kan tutmayanların’ ülkesi haline geldiğimizi sarsıcı biçimde öğrenmiştik.

Kan içinde parçalanmış cesetler ve yüzlerce bilye saplanmış yaralı insanlarımızın üzerlerine gaz sıkarak dünya tarihinde bir ‘ilk’ devlet icraatını yaratmıştık.

Öyleydi, hayatta kalmanın ‘yaşamak’ olduğuna ikna edilmiş, bilinci başkalarının her gün akan kanlarına kapalı, dehşetle güdülenmiş evlerine sinmiş kafasını pencereden çıkartmayan kalabalıklar yine yutkunmadan izlemişti.

Kimseyi, kimsenin kanının tutmadığı bu ülkede tarihimizin en büyük sivil katliamını, ‘uzay istasyonundan izlenebilir açıklık’ ve takvim istihbaratıyla başkentin göbeğinde gerçekleşince, sadece “canlı bomba patlayınca yakalanır” ifadeli ebleh ve sırıtkan yüzlerle karşılaşmıştık.

Bugün artık güneşi solmuş başkentte bir yıl önce ömrü bahar çiçeği kadar sürmüş dünya güzeli kızlar, omuzlarında kanatlanmış güvercinler taşıyan oğullar, onurlarıyla dünya inşa etmeye yeminli emekçiler, barış çınarı analar, çocuklarına barış ismini koyan babalar, neşeyle ‘insanlık meydanına’ çıkmışlardı.

İşte o günden beridir ‘insanlık meydanından’ ‘vahşet arenası’ biçilen Türkiye’yi kan tutmadığına iyice ikna olmuştuk.

Gar’ın önündeki meydandan ağaçlara doğru can parçaları halinde savrulan 101 insanımız, ‘çocuklarımızdan çalınmış, yağmalanmış bir tarihi’ değiştirme niyet ve cesaretleriyle dopdoluydular.

Ve tabii ki ‘öngörülmeyen ve önlenemeyen’ terör tehdidi, sürekli travma ile ıslah edilen toplum kurgusuna başkent adresinde sağlamca iliştirilirken; Suruç’ta bahçede 33 sosyalist gencimizi katleden aynı çay ocağı IŞİD örgütlenmesinin, sokağa ‘barış-demokrasi-hak’ adına çıkanları hazır nazır beklediği de iletilmişti.

Ama seçici ‘şiddet’ siparişi durmamış, halkı sindirici ‘kaos’ telkinleri artınca, gerek PKK gerek IŞİD kıyasıya girdikleri bombalı şiddet rekabetini yurt sath-ı mailine taşıyarak parlamentonun fiili yetkisizleştirilmesine, Meclis ve sokakta siyasetin bitmesine büyük hizmet vermişlerdi.

Güneydoğu’da kurulan ‘terörle mücadele konseptinin’ arkasında bıraktığı hukuki, insani enkaz dururken, 15 Temmuz İslamcı darbe girişimi ve kurumsal çöküş ertesinde tüm Türkiye temel haklardan arındırılmış OHAL bölgesine dönüşmüştü. Tabii ki kan tutmayan ülkemizde ‘asıl kan oynatan’, 10 Ekim’in birinci yıl ‘anmasına’ kalkışmaktı; bu toplumsal insani tavır elbette ‘katliam’ sözü ve gerçeğini damarları zonklaya zonklaya inkâr eden kadim güvenlikçi anlayışla bir kez daha burun buruna gelmekti.

Çünkü 10 Ekim’i hatırlamak kamu görevlilerinin geçit verdiği 64 ihbarlı ve iddianamesi dokuz ayda yazılan, mağdurların devlet tarafından ‘tanınmazlıktan geldiği’, kurbanların yayın yasaklarıyla ‘silindiği’, ailelerin harç parası bulup dava açamadığı, yaralıların ağır maluliyetleriyle bir yıldır nasıl bir başına terk edildiği gerçeğini de hatırlatmaktı.

Ama gördüler ki ‘boş bellek’ yaratmak üzere mühürlenen gazetelere, susturulan radyolara, karartılan ekranlara, bombalı saldırılardan ‘acıklı sömürü nesnesi’ devşirmekle maruf ‘milli’ anaakım medya çabalarına rağmen bütün asayişçi gazlı/plastik mermili yasaklar aşılmış ve 10 Ekim toplumsal adaletin hesap sorma günü olarak mücadele tarihimizde çoktan yerini almıştı.