“Sevgili babam, sözlerin kalbimi parçaladı; halkın gözyaşları içinde, eğer sen çekilirsen kim koruyacak onların haklarını.”

Kapital’in Basımının Yüz Elli Beşinci Yılında: Marx üzerine birkaç söz
Marx, Engels ve Marx’ın kızları. (Fotoğraf: Wikimedia)

Koray R. Yılmaz

Bu kısa yazıyı okuduğunuzda Marx’a bir güzelleme yapmış olduğumu düşünebilirsiniz. Bunu düşünmekte haklı olabilirsiniz ama Marx’la haşır neşir olmaya başlarsanız emin olun fikriniz değişecektir. Madem Kapital’in ilk cildinin 14 Eylül 1867’de yayımlanmasının ardından geçen yüz elli beşinci yıldayız, birkaç şey söylemek anlamlı olacaktır.

Şüphesiz Kapital hakkında çok şey söylemek mümkün ve söyleniyor da ancak biz odağı Marx’a bükelim ve bir fotoğraf çekelim öncelikle: Orta sınıf bir ailenin oğlu, önde gelen aristokrat bir ailenin kızıyla evleniyor ve en yakın arkadaşı bir fabrikatörün oğlu. Neresinden baksanız verili koşullarda kazananlar cephesi, ancak Marx’ın yaşam öyküsünü bilen bilir –bilmeyenler için artık çok sayıda kaynak mevcut- tüm o lanet olası kara çıbanlar başta olmak üzere geçmek bilmeyen hastalıkları, sürgünleri, yurtdışı edilişleri, çocuklarının hayatlarına mal olacak yoksullukları, fırıncıdan istenen borçları, emanetçilere bırakılan kıyafetleri, geliri yazarken içtiği puroları bile karşılayamayacak olan kitabı… İlk yayımlandığında yoldaşlarının bile ne yapacağını bilemediği… Enternasyonal’in İngiliz delegesi Peter Fox’a satın aldığında “Kendimi hediye olarak bir fil alan ve bununla ne yapacağını bilmeyen biri gibi hissediyorum” dedirten… Yayımlanma sürecinde, Marx’ın, Engels’e Balzac’ın yıllar süren çalışma ve büyük beklentilerden sonra, ortaya sadece kendisinin görebildiği ya da anlayabildiği bir başyapıt koyan ressamın hikâyesini anlattığı The Unknown Masterpice adlı kısa romanını okumasını tavsiye ettiği… Ama yıllar geçtikçe Marx’ın temel tespitini doğrulayan ünlü Kapital: “Burjuvazinin kafasına fırlatılmış taşların en korkuncu.”

O kitabın en içten, en acı ve en gerçek öyküsünü herhalde Marx’ın eşi Jenny’den daha iyi kimse anlatamaz. Jenny, Kugelman’a yazdığı mektupta şöyle der: “Sevgili Bay Kugelman, inanın ki bundan daha güç şartlarda yazılmış pek az kitap vardır ve eminim ki bu kitabın, söylenmemiş çok, hem de pek çok derdi, kaygıyı ve ıstırabı ortaya serecek gizli tarihini yazabilirim.” Marx, Engels’e şöyle yazar: “Karım her gün kendisinin ve çocukların ölüp de güvenli bir mezara girmesini dilediğini söylüyor ve onu suçlayamam. Böylesi koşullarda yaşanan utancın, işkencenin ve tehditlerin yarattığı endişenin gerçekte tarifi yok.”

Peki neden? Neden Marx’ın kazananlar cephesinde başlayan hayatı, katlanması insanüstü bir direnç gerektiren böylesi bir gelişme seyreder? Şüphesiz o da döneminin başka örneklerinde olduğu gibi kralcı ya da ilginç bir liberal olarak yaşamını sürdürebilirdi. Şüphesiz o da başka örneklerde olduğu gibi yoksulluğa, açlığa, sefalete, sömürüye gözünü kapatabilirdi. Şüphesiz o da bunlara sadece üzülebilirdi. Şüphesiz o da konforlu yaşamına devam edebilirdi. Ama o başka bir yolu seçti. “Eğer insan öküz olmak istiyorsa, elbette insanlığın acılarına sırtını dönüp kendi postunu sağlama alabilir” diye yazdı. Bunu yazdığında olgun bir Marx vardı karşımızda, ama sanmayın ki o insanlıkla hemdert olmakta geç kaldı. İşte bu nokta Marx’ı Marx yapan noktadır, nasıl ki Kapital’de soyut emek değer tözü olarak tüm değer biçimlerinde içkindir, bu nokta da Marx’ın tüm yaşamına içkin olan tözü bize verir, bu tözü Marx daha henüz liseden mezun olacak genç bir delikanlı iken, 1835 yılında meslek seçimi konulu bir kompozisyonda ortaya koyar: “Meslek seçerken bizi yönlendirmesi gereken ana rehber, insanlığın refahı ve kendi yetkinleşmemizdir… İnsanın doğası öyle bir yapıdadır ki, kendi yetkinleşmesine ancak başkalarının yetkinleşmesi ve iyiliği için çalışarak ulaşabilir… Sadece kendisi için çalışacak olursa, belki ünlü bir düşünür, büyük bir bilge, mükemmel bir şair olabilir, ancak asla yetkin, hakikaten büyük bir insan olamaz… Yaşamda her şeyden önce insanlık için çalışabileceğimiz bir konum seçmişsek, hiçbir yük belimizi bükemez, çünkü bunlar herkesin yararı uğruna yapılan fedakârlıklardır; o zaman küçük, kısıtlı, bencil sevinçler yaşamayız ama mutluluğumuz milyonlara ait olur, yaptıklarımız sessizce ama sonsuza kadar yaşamaya devam eder ve küllerimizin üzerine soylu insanların sıcak gözyaşı dökülür.” Buna o kadar inanmıştı ki, büyük kızı Jennychen’in yazdığı oyunlarda bile izini görmek mümkündü: “Sevgili babam, sözlerin kalbimi parçaladı; halkın gözyaşları içinde, eğer sen çekilirsen kim koruyacak onların haklarını.” Jennychen’in muhtemelen ilk defa babası ile birlikte okuduğu Shakespeare’den esinlenen oyun denemelerinden yapılan bu alıntı, gerçekte Marx’ın kendine çizdiği rolü de işaret etmekteydi. Marx bu yüzden hiç vazgeçmedi, onun kavrayışında vazgeçmesi milyonların vazgeçmesiydi, vazgeçmesi yoksulların vazgeçmesiydi, vazgeçmesi herkesin yararına olandan vazgeçilmesiydi, vazgeçmesi daha iyi bir dünyadan vazgeçilmesiydi, sınıfsız, sömürüsüz, eşit bir dünyadan. Sanki tüm bunların anahtarı onun elindeymiş gibi hissetti, çalıştı, yazdı, konuştu ve yaşadı. Zaman çok da haksız olmadığını gösteriyor.

Evet, Marx hiçbir zaman kendisi için çalışmadı, eğer öyle olsaydı çoktan vazgeçebilirdi. Örneğin sahipleri anne tarafından yakın akrabası olan büyük Philips Şirketi’nde iyi bir gelirle çalışabilirdi ya da eşi Jenny’nin ailesinin olanakları sonuna kadar kullanılabilirdi. Daha uysal olup üniversitelerde iş bile bulabilirdi. Ama o zaman yalnızca küçük, kısıtlı, bencil sevinçler yaşamakla yetinecekti. O ise küllerinin üzerine dökülecek soylu gözyaşlarını tercih etti.
Marx’ın hayatı sınıfsız toplumun herkesi için yapılan bir fedakârlıktır, o yüzden beli hiç bükülmemiştir, o yüzden hiç yorulmamıştır, o yüzden yaptıkları yaşamaya devam edecek ve mutluluk milyonlara ait olacaktır.