Löwy “Bugün yine dramatik bir seçimle karşı karşıyayız: Ya sosyalizm ya barbarlık. Barbarlık, kapitalist ekolojik krizin eşi görülmemiş bir biçimini alarak, gezegendeki insan yaşamının temel koşullarını tehdit ediyor” diyor.

“Kapitalizm eceliyle ölmeyecek”

Ulaş Bager Aldemir

Covid-19 iki seneyi aşkın bir zamandır hayatımızda. Hayatımıza girdiğinden beri kapitalist dünyanın esas yüzü tekrar kendini gösterdi. Hem Türkiye’de hem de dünyada hüküm süren piyasacı anlayış insanları kaderlerine terk etti. En gelişmiş görünen ülkelerde insanların ölüleri hastane bahçelerine bırakıldı. Yoksulluk felakete sürükleyecek hızla arttı. Çocuklar okullarına gidemez oldu, dünyanın büyük bir kısmı aşıya erişemezken, Batı ülkeleri aşı stokladı. Sonu gelmeyen pandemi toplumlarda kalıcı etkiler, insanlarda onulmaz hasarlar bıraktı ve halen de sürüyor. Brezilyalı ve Fransız Marksist Düşünür Michael Löwy ile bu süreci, alınması gereken dersleri ve Marksist hareketi konuştuk.

Avrupalı entelektüeller bir süredir bu meseleyi tartışıyor. En çok da İtalyan düşünür Giorgio Agamben’in yazıp çizdikleri gündeme geldi. Agamben, 17 Mart 2020’de yayımlanan Chiarimenti adlı yazısında “Hayatta kalmaktan başka ahlâkî değeri olmayan bir toplum nedir?” diye sordu. Siz, bu süreci; bilim, doğa, insansızlaşma ve kapitalizm gibi bağlamları da gündeme getirerek soracak olursam, nasıl değerlendiriyorsunuz?

Öncelikle pandemi, virüslerin hayvan türlerinden insanlara aktarılmasına yol açan kapitalizmin doğal çevreyi yıkıcı biçimde işgal etmesiyle yakından ilgilidir. Sistem, başta Covid aşılarının ulaşmadığı Güney Yarımküre olmak üzere, dünyanın her yanındaki pek çok insanın hayatta kalmasını sağlamakta yetersiz kalmıştır. Fakat Kuzey’de bile, neoliberal hükümetler tarafından terk edilen sosyal sağlık sisteminin feci durumu yüzünden birçok insan hayatını kaybetti.

Çeşitli sebeplerle, Giorgio Agamben’in ifadesine şiddetle karşı çıkıyorum:

Hayatta kalmanın belirleyici bir ahlaki değer olduğunu düşünüyorum; insanlar hayatta kalmazsa özgürlüğün, demokrasinin ya da kültürün ne anlamı olabilir? İnsanların hayatta kalması ve insan onuru mücadelesi birbirinden ayrılamaz.

Sistem, pandemiden önce de gayet milyonlarca insanın, özellikle Üçüncü Dünya’nın çocuklarının hayatını açlıkla, tedavi edilebilir hastalıklarla ve sağlıksız yaşam koşullarıyla mahvediyordu. Küçük bir yönetici elit dışında, insanların hayatta kalmasını sağlamıyordu.

Kapitalist sistem için tek değer insanların hayatta kalması değil, meta değeri, finansal değer ve kârdır. Sistem, gerektiğinde kârları maksimize etmek adına çok sayıda insan hayatını feda etmekten çekinmez. Yaşamın kitlesel olarak yıkımının en belirgin örnekleri, milyonlarca insanın ölmesine yol açan emperyalist savaşlardır: En iyi bilinen örneklerden bazıları Birinci Dünya Savaşı, Hiroşima’nın bombalanması ve Vietnam Savaşı’dır.

Kapitalist sistem, kör bir enerjiyle, insanlık tarihinde görülmemiş bir felakete yol açıyor: İklim değişikliği. İklim değişikliğine yol açan karbon emisyonunu yaratan fosil yakıtların kullanımını derhal sonlandırmayan ya da sonlandıramayan kapitalist genişleme mantığı, uçuruma giden, intiharvari bir gidişattır. Bilim insanlarının yılladır açıkladığı gibi işler “her zamanki gibi” devam ederse, iklim değişikliği kontrolden çıkacak ve gelecek on yıllarda insan türünün hayatta kalmasını tehdit eden sıcaklıklara yol açacaktır.

Kapitalist sistemin, tamamen emtia piyasasına dayanan uygarlığın, sermaye birikiminin ve kâr maksimizasyonunun yok edilmesi ve yeni bir eko-sosyalist uygarlığın kurulması, insanlığın hayatta kalmasını, özgürlüğü, eşitliği ve onuru garanti edecek ilk şarttır.

15 Ocak 1919’da Alman Komünist Hareketi’nin öncü isimlerinden Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht, freikorps birlikleri tarafından katledildiler. Rosa’nın o çok popülerleşen ama çarpıcılığından hiçbir şey kaybetmeyen “Ya sosyalizm ya barbarlık” düsturu sizce ne ifade ediyor? 21. yüzyılda eşitlikçi bir dünya hayal etmek hâlâ mümkün mü?

Rosa Luxemburg’un, 1915 tarihli dikkat çekici Junius broşüründeki (Sosyal Demokrasinin Krizi), insanlığın sosyalizm ve barbarlık arasında bir seçimle karşı karşıya olduğu ifadesi, bugün daha önce hiç olmadığı kadar yerinde bir ifadedir. Bu, tarihsel gelişimin “nesnel ürünü” olan kapitalizmin iç çelişkilerinin kaçınılmaz sonucu olarak sosyalizmin pasif, belirlenimci ve ekonomist perspektifinden kati bir kopuşu ifade eder. Rosa Luxemburg’un açıkladığı üzere tarih, sonuçları önceden belirlenmeyen açık bir süreçtir ama koşulların “nesnelliğine” dayanır: Sınıf bilincine, mücadele iradesine ve sosyalistlerin inisiyatifine.

Rosa bu cümleleri, işçi hareketinin trajik bir ânında yazmıştı, Avrupa’nın her yanındaki sosyal demokrat liderler, savaşta hükümetlerine (Alman kayzeri, Rus çarı, Fransız ve İngiliz burjuva yöneticileri) destek çıkıyor ve sosyalizmin enternasyonalist köklerine ihanet ederek Marx ve Engels’in çağrısını “Bütün ülkelerin işçileri, birbirinizi öldürün!” diye değiştiriyordu. 1915’te eleştirdiği Alman “Sosyal Demokratlar Hükümeti” (Friedrich Ebert, Philipp Scheideman ve Gustav Noske) Ocak 1919’da Luxemburg ve Liebknecht’i katledecek olan freikorps birliklerini, Spartakist isyanı bastırmak için göreve çağırmıştı.

Bugün yine dramatik bir seçimle karşı karşıyayız: Ya sosyalizm ya barbarlık. Barbarlık, kapitalist ekolojik krizin eşi görülmemiş bir biçimini alarak, gezegendeki insan yaşamının temel koşullarını tehdit ediyor. Peki eşitlikçi, birlikte, özgür ve ekolojik bir dünya mümkün mü? Eko-sosyalizm finans-kapitalin, fosil oligarşisinin, dünya emperyalizminin ve gerici, neo-faşist hareketlerin birleşik ve güçlü kuvvetlerini alt edebilir mi? Sistemin yenilmesini temin edecek hiçbir garanti yok; “ekonominin kanunları”, “kaçınılmaz süreçler” ve “tarihin diyalektikleri” yok. Walter Benjamin’in söylediği gibi “Kapitalizm, eceliyle ölmeyecek,” başka bir deyişle, kapitalizmin yok edilmesi için aktif olarak çalışmak gerekiyor.

Umut var: Güney ve Kuzey’deki yerli ve köylü toplulukların inatçı sosyal-ekolojik direnişinde, dünya çapında gençlerin ve kadınların “İklim değişikliği değil, sistem değişikliği!” mottosu etrafında mobilize olmasında umut var. Potansiyel olarak, dünyanın değişmesinde insanların yüzde 99’unun bir çıkarı var. Peki, kapitalist sistemin düşmanları, çok geç olmadan kazanabilecek mi?

Bertolt Brecht’in yazdığı gibi, “Savaşanlar kaybedebilir ama savaşmayanlar zaten kaybetmiştir…”

Çeviren: Kerim Can Kara