Tarihin ilk hissseli şirketi, 24 Eylül 1599 gününde, Shakespeare’in Hamlet’i bitirmeye çalıştığı kasabanın yakınlarında doğdu. Liberalizmin ölümcül ikiyüzlülüğü, bir yandan kasapları, fırıncıları ve diğer emekçileri dilinden düşürmezken, diğer yandan özgürlüklerimizi o günden beri ayaklar altına alan Doğu Hindistan Şirketi gibilerini savunmaktı

Kapitalizmin olmadığı bir dünya

Yanis Varoufakis

Kapitalizm karşıtları için çok kötü bir yıl oldu. Fakat kapitalizm için de.

Jeremy Corbyn’in İşçi partisi İngiltere’de yenilgiye uğradı ve bu da dünyada, bilhassa ABD’de solun geleceğiyle ilgili soru işaretleri yarattı. Kapitalizm ise hiç beklenmedik yerlerden gelen eleştirilere hedef oldu. Milyarderler, CEO’lar ve hatta finans basını entelektüellerle ve kanaat önderleriyle bir araya gelerek rantiye kapitalizminin zalimliğinden, aptallığından ve sürdürülemez oluşundan dem vurdular. En güçlü şirketlerin bile toplantı masalarında “böyle devam edemez” lafları ediliyor gibi…

Gitgide stres altına giren ve haklı olarak suçluluk hisseden ultra-zenginler, dünyada çoğunluğun içine battığı tehlikeli durum karşısında kedilerini tehdit altında hissediyorlar. Marx’ın da öngördüğü gibi, bu kesimler kutuplaşmış toplumlara öncülük etme yetisinden yoksun, varlık sahibi olmayanlara adil bir varoluş sunamayan güçlü azınlıklar konumunda.

Güvenlikli duvarlar ardında yaşayan süper zenginler yeni bir ‘paydaş kapitalizmini’ savunuyorlar, hatta zenginler olarak daha fazla vergi ödemek istediklerini söylüyorlar. Demokrasinin ve refahın yeniden dağıtılmasının ellerindeki tek sigorta mekanizması olduğunu biliyorlar. Fakat maalesef aynı zamanda mümkün olan en düşük sigorta primini ödeme dürtüsünün de parçası oldukları sınıfın bir özelliği olduğunu biliyorlar.

Tartışılan çözümlerin bazıları keyifsiz, bazıları ise düpedüz saçma. Yönetim kurullarına ‘şirketin hisselerinin değerinden’ fazlasına yoğunlaşmalarını söylemek hoş; keşke yöneticilerin maaşlarına karar verenlerin hissedarlar olduğunu unutabilseydik. Benzer şekilde, finans sektörünün orantısız gücünü dizginleme çağrılarını konuşmak da hoş; tabii keşke çoğu şirketin hisselerinin büyük bölümü hesap vermek zorunda oldukları finans kurumlarının elinde bulunmasa.


Rantiye kapitalizmiyle yüzleşmek ve sosyal sorumluluğun bir pazarlama manevrasından fazlasını ifade ettiği şirketler inşa etmek için şirketler hukukunu baştan yazmamız gerekir. Bu çabanın ölçeğini anlamak için, alınıp satılabilen hisselerin kapitalizmi nasıl silah haline getirdiğini tarihsel olarak anlamamız ve kendimize şu soruyu sormamız gerek. Bu ‘hatayı’ düzeltmeye hazır mıyız?

24 Eylül 1599 günüydü. Shakespeare’in Hamlet oyununu tamamlamaya çalıştığı kasabanın yakınlarında, Moorgate Fields denen bir yerde yeni bir şirket türü icat edildi. Doğu Hindistan Şirketi isimli bu şirket küçük parçalara bölündü ve parçalar birbirinden bağımsız olarak satışa çıkarıldı.

Alınıp satılabilen hisseler şirketlerin devletlerden daha büyük ve güçlü olabilmesine imkân sağladı. Liberalizmin ölümcül ikiyüzlülüğü ise, aslında serbest piyasanın en büyük düşmanları olan bu şirketleri savunurken, bir yandan mahallenin kasabını, fırıncısını ve diğer emekçilerini dilden düşürmemekti. Doğu Hindistan Şirketi mahalle bilmezdi, ahlaki değerleri yoktu; fiyatları manipüle ediyor, rakiplerini yutuyor, devletlere rüşvet veriyor, özgürlüklerle alay ediyordu.

On dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru ilk mega-şirketler ortaya çıktı ve alınıp satılabilen hisselerin şişeden çıkardığı cin hepten kontrolden çıktı. Çünkü ne bankaların ne yatırımcıların bu mega-şirkete yetiştirecek parası vardı. Bu yüzden ortaya küresel bankalar çetesi formunda bir ‘mega-banka’ çıktı, tekinsiz fonların her birinin kendi hissedarları vardı.

Eşi benzeri görülmemiş miktarlarda borç, gelecekte ödeme gücü olması ümidiyle yaratıldı. Mega finans, mega varlık fonları, mega emeklilik fonları, mega finansal krizler de bunun doğal bir sonucu oldu. 1929 ve 2008 yıllarında yaşanan çöküşler, teknoloji devlerinin engellenemez yükselişi ve kapitalizmin yaşadığı diğer tüm sorunlar kaçınılmazdı.

Bu sistemde ‘yumuşak başlı kapitalizm’ çağrılarının hepsi saçmalık. 2008 krizi sonrasında toplumun tamamının mega-şirketler ve mega-bankaların kontrolünde olduğu hepten ayyuka çıktı. 1599’da ortaya çıkan, alınıp satılabilen hisseleri yasaklamadığımız sürece servet ve gücün dağılımında kayda değer bir değişiklik yapamayız. Kapitalizmi değiştirmenin ne anlama geleceğini hayal etmek, şirketlerin ‘sahipliğinin’ baştan düşünülmesini de gerektiriyor.

Bir an için hisseleri seçmenin verdiği oylar gibi düşünün –bunları alıp satmak imkânsızdır. Okula başlayan öğrencilerin kütüphane kartı alması gibi, işe giren her personelin şirkete girerken bir ‘oy hakkı’ aldığını düşünün ve bu oyun şirketin yönetiminden, kâr payı dağıtımına ve primlere kadar her karara etki eden bir oy hakkı olduğunu düşünün.

Birdenbire kâr-maaş ayrımının hiçbir önemi kalmıyor, şirketler küçülüyor ve piyasada rekabet artıyor. Bir bebek dünyaya geldiğinde merkez bankası onun adına otomatik olarak hesap açıyor ve ortak evrensel gelir oranında para yatırıyor.

İşçiler şirketten şirkete özgürce geçiş yapabiliyor, yanlarında tröst-fonu sermayelerini de götürebiliyor, bunu kendi çalıştıkları ya da başka şirketlere yatırabiliyorlar. Sisteme hayali sermaye sokarak sistemi ‘ısıtacak’ varlıklar olmadığı için finans son derece sıkıcı ve istikrarlı bir hale geliyor. Devletler tüm bireysel ve satış vergilerini kaldırıyor, yalnızca şirketlerin gelirleri, toprak gelirleri ve müştereklerin önünde duran faaliyetler vergilendiriliyor.

Şimdilik bu kadar hayal yeter. Yeni yıla girmeden hemen önce söylemek istediğim kapitalizm-sonrası, ileri teknolojili bir toplumun gerçekten mümkün olduğu. Hayal kurmayı reddedenler, dostum Stavoj Zizek’in sözünü ettiği saçmalığa yenik düşüyorlar: Dünyanın sonunu hayal etmeyi, kapitalizm sonrası dünyayı hayal etmekten kolay buluyorlar.

Çeviren: Fatih Kıyman

Kaynak: Project Syndicate