Kara kutu
Başımı çevirdim, yanımda yoktu. Ama sesi asansörde yankılanıyor, oradan duvardaki İzmir sokaklarına dağılıyordu: “Canım dilber şehir, eşsiz sevgili İzmir. Senden ayrılamam, seni bırakamam.”
CANSU SELÇUK ÇAĞLAR
EGE ÖYKÜLERİ
Sarhoştum. Neredeyse beş dakikadır aralıksız koşuyordum. Son anda üstüme geçirdiğim hırka sağ omzumdan sürekli kayıp düşüyor ve kolumu kasarak yavaşlamama neden oluyordu. Rüzgârın hareket halindekilere her zaman daha cömert oluşu ve şifon bluzumun bu cömertliğe kayıtsız kalamayışı yüzünden kolumu tamamen çekip kurtarmayı tercih ettim. Ardımda çırptığım tek kanadım ve sol topuğumu vuran ayakkabıma aldırmadan geriden uzayarak koşturduğum bacağımla sol cenahtan darbe almış bir kuş gibi seke seke geçiyordum gecenin içinden. Darmadağın saçlarım ve muhtemelen kocaman açılmış yaşlı gözlerimi de resme dâhil edince, sokakta yanlarından nefes nefese, yarı uçarak geçtiğim insanların bana çevrilen tuhaf bakışları anlaşılabilir oluyordu.
Ancak yine de kızıyordum onlara. İlk defa mı rastlıyorlardı aldatılan birine? Aldatıldığını anlar anlamaz onca insanın arasından sıyrılıp kaçan birini hiç görmemişler miydi daha önce? Kalabalıklar içinde yapayalnız yaşamanın nasıl hissettirdiğini? Yangında ilk kurtarılacaklar listesine asla girememiş olmanın acısını da mı duymadılar? Etraftaki tüm kör-bakar sağır-gezerlerden kurtulmak istiyordum. Ama nasıl? Aklımdan tam bunu geçirirken gördüm onu. Hep hüzünle gülümseyen gözleriyle orada durup, içinde masal saklayan o sokağa davet ediyordu beni. Hemen her gün yanından geçmeme rağmen davetine icabet etmediğim, boynu sahile dönük olarak bükük, denizinin kokusuna, rüzgârının dokunuşuna, martılarının kanat seslerine, cumbalı evlerinin güzelliğine, akşamlarının sarhoş tadına âşık olduğu şehre büst olup yerleşmiş adam, davetinde ısrarcıydı. Bu defa es geçmeyecektim. Her ayrıntının küçültülerek saklandığı ve ancak siyah beyaz rüyalarda sobelendiği bu ışıl ışıl sokakta kaybolmak tam ihtiyacım olan şeydi. Karanlıkta vücut bulan büste selam vererek yaklaştım. Perişan halimden utanarak biraz mahcup elimi uzattım. Tombul göbeğinin sağ yanından çıkardığı elini havada gezdirerek yakaladığı elimi içtenlikle sıktı. O da sarhoştu. Açıklamak istercesine mırıldandı. “Her akşam votka, rakı ve şarap içtikçe delirir insan olur harap kurtar beni bundan ne olursun yâ Râb bitsin bu korkunç serap” Bağıra bağıra eşlik ettim; “Bittim ben, ah düşünmekten yoruldum ah hep sevmekten...”
Bana bakan insanlara aldırmadan-sesim de pek güzelmiş diye düşünerek- devam ettim. Şarkıyı reveransla bitirdiğimizde, bir vakitler yaşadığı evin önündeydik artık. Gülen gözleri buğulandı. Duvarda ismi yazan plakada parmaklarını gezdirirken “Bağrında uyumayı vasiyet etmiştim oysa. Nerede ölürsem öleyim, gelip İzmir’e gömüleyim istiyordum. Bu şehirden gayrisinde hep gurbette hep yalnızdım anlamadılar. Enkazımı İsrail’de kaldırdılar. Ama kara kutum burada işte. Siz buldunuz bu akşam.” dedi. “Ben mi?” diyebildim sadece. Kendim sağ kurtulmuş gibi, öyle mi?” Yaramaz bir çocuk gibi baktı yüzüme, “Öyle gençsin ki, her sabah doğan günle yarışacak kadar tazecik. Yarına sağ çıkarmak istediklerini koy kara kutuya, at denize, bu şehirde bulunmasını istersen tabii. Sonra, gelsin yeni sabahlar!” “Kulağa hoş geliyor ” “Nasıl gelmez? Severek yaşamak kadar güzeli var mı? Yalnızlığını da sevmelisin ama! İnsan yalnızken tanır kendini. Yapabileceklerini sadece yalnızken fark eder.”
“Sizin gibi değil mi? İzmir’den beş parasız çıkıp, Paris’i fethetmek için kendinizle epey bir baş başa kalmış olmalısınız” dedim alkolün verdiği alaycı özgüvenle. O yine de çok sempatik ve samimiydi. İnce bıyığının altından gülümseyerek “Kırk yedi yıl boyunca aralıksız her saniye.” Bana göre insan kendini yaratır, günahıyla sevabıyla. Yangından kurtarılmayı beklemez yani.” dedi ve göz kırptı. Ürperdim. Titrek bir su damlası kadar saydam görünüyorduk birbirimize. Yalnızlığımızla dokunabiliyorduk. Yaşadığı olumsuzlukları neşesine hiç çaktırmadan göğüslemiş, önünde şöhret ve zenginliğin alabildiğine uzandığı zamanlarda bile sevecenliğinden taviz vermemiş bu neşeli insanın, kalabalıklar arasında geçen yalnız hayatını derinden hissedebiliyordum. Büstü ile karşılaştığım yerden tarihi asansöre çıkan o kısacık yol boyunca yaşamına tanıklık ettiğim bu adama hayran olmuştum. “Asansörle yukarı çıkana kadar sana eşlik edeyim.” dedi eliyle buyur ederek. Hep bir apartman girişini andırdığını düşündüğüm kapıdan içeri girdik. Güvenlik görevlisine selam verdiğim sırada asansör geldi. Bindik.
Eski İzmir resimlerine takıldı gözüm. Başımı çevirdim, yanımda yoktu. Ama sesi asansörde yankılanıyor, oradan duvardaki İzmir sokaklarına dağılıyordu: “Canım dilber şehir, eşsiz sevgili İzmir. Senden ayrılamam, seni bırakamam.” Benden başka üç kişi daha vardı asansörde; tek başına bir genç ve orta yaşlı bir çift. Kadın beni kast edip yanındakine sessizce “Kendi kendine konuşup duruyor zavallı” dedi. ‘Allahım olamaz.’ Onu sadece ben görebiliyorum. Millet sarhoş olunca çift görür, ben başka âlemlere akıp, hayaletlerle mi takılıyordum yani? Kanlı canlı insanlar yalnızlığıma deva olamayınca, ruhlardan mı medet umuyordum? Bir kere de normal olsam diye düşünürken, delikanlı kapıyı açtı. En son ben çıktım asansörden. Onu gördüm yine, gitmemişti. Seyir terasının şehre en hâkim köşesinden hasretle uzaklara bakıyordu. Yanına gittim. Manzara eşsizdi. Gece rengi elbisesini giymiş şehir, tüm ihtişamıyla önümüzde uzanıyordu. Elbisedeki pullar ışıl ışıl parlıyor, bambaşka dünyaları aydınlatıyordu. Takım elbiseli, briyantinli saçlarıyla şehre yaraşır şıklıktaki adam birden bana döndü, hüzünlü gözleri gülümsüyordu. Elini uzattı. Uzanan elimi havada yakalayıp öptü. “Artık bir hikâyen var” dedi ve bir anda gözden kayboldu. Üşüdüm. Hala tek kolu arkamdan sarkan hırkayı düzgünce giydim. Aşağı bakmak için korkulukların üzerinden eğildim. Başım döndü. Eğilerek öne uzattığım başımla tuşlara dokunduğumda uykudaki ekran homurdanarak aydınlandı.
‘DARIO MORENO’NUN İZMİR’İ başlığı altında uzayan bembeyaz sayfayı görür görmez irkilerek geri çekildiğimde masadaki kadehi devirdim. Gazeteye yetiştirmem gereken yazının stresi ve başka birini sevdiğini söyleyip benden ayrılan Erhan’ın acısından çok yalnız kalma korkumla dibini bulduğum şişeye baktım. Nasıl sızmıştım, ne kadardır o haldeydim hiç bir fikrim yoktu. Kalktım, yüzümü yıkadım ve masama döndüm. Artık bir hikâyem vardı. Başlığı sildim, yenisini yazdım: KARA KUTU.