Güneş yükseldi yeniden, suyla, havayla, toprakla buluştu, tomurcuklar orman oldu. Yalçın dağların doruklarına ulaştı şölen...

Küçük bir kız arkadaşlarıyla, Haziran ortasında, evlerin çatısından seyretti işçilerin yürüyüşünü, güneşin göz kamaştırıcı yansımaları eşliğinde. “Haklarını arıyorlar” demişti babası. Sonra bir Mart sabahı askerler girdi evlerine, korkuyla sarıldı babasının eline. “Sokakta fazla kalma, çok tehlikeli” diyordu annesi. Okulda öğretmeni, mahallede komşuları, üniversiteli ağabeyleri, şakalarıyla mahallenin neşesi olan babası, hepsi hüzün yağmurlarına tutulmuştu. Asılırken, katledilirken, işkenceyle inlerken gencecik bedenler, kocaman göbekliler eşlik ediyordu izlenceye. Bir gece küçük kız babasının kızaran gözlerine bakıp “keşke ölmeselerdi” dedi, tüm safiyetiyle. Buğuların içinden sevgiyle bakıp, “onların umutları yeşerdiği gün yeniden doğacaklar” dedi, içine çektiği dumanlar gibi derin bir inançla. Kızın içi ısındı. Umudun yeşermesi zor muydu?

Karartma geceleri başladı. Askerler ölüyordu, çok uzaklarda. Pencerelere kalın siyah perdeler asıldı. Hüznün gölgesi yeniden nüfus etmişti sokak aralarına. Savaştan nefret etti. Savaş, ölüm sunuyordu genç bedenlere. Farklı dilde ağıt yakıp ağlayan anneler kalıyordu geride. O zaman anladı, umudun barış demek olduğunu. Güneş yükseldi yeniden, suyla, havayla, toprakla buluştu, tomurcuklar ormana döndü. Yalçın dağların doruklarına ulaştığında şölen, bozguncular belirdi, alçalışın en dip sınırını sergilediler kuytularda. Arkadan vurdular, katlettiler, üniformalıların eşliğinde. Ancak güçleri yetmedi yürekleriyle dövüşenleri sindirmeye. Bu kez, daha zalim karanlıklar girdi devreye. Eylül fırtınası vurdu dağların yamaçlarından eteklerine doğru. Savurdu tüm fidanları, dallar sürüklenen toprağın altında kaldı. Babanın evinin içine işledi bu kez fırtına, yarası hiç kapanmadı. Hayatın tadı kaçmıştı, anılarla yaşayamazdı. Bir Mart sabahının ayazında ulaştı gelemeyenlerin yanına. Bu gidişin acısı kızın ciğerine saplandı, bir daha hiç çıkmamacasına.

Karanlığın izleri kol gezdi ülkenin üstünde, uzun süre. Halkın tüm yoksunluğuna inat yeni şişmanlar girdi devreye. Memleketin ilk satışları o zaman başladı. Adamına özel yasalarla mantar gibi üredi yeni zengin türleri. Borsa, marka, trend, işini bilmece, göz göre-göre götürmece “in”; halk, hak, hukuk, adalet, barış, “out” oldu. Teşvikler dağıtıldı, eşe dosta. Dolar, Mark, faiz ve bilcümle yattığı yerden köşe dönmece revaçtaydı. Küçük Amerikanlar başkanın oğlunun kurduğu özel televizyonda salındı. Dış borçlar artarak çoğalırken, ninni yerine “televole” yayınlandı. Dedikodu, didişme, itişme, dayak, kötek, aldatma, dizboyu rezillik aktı yoksul gecekondulara. Kısaltılmış Amerikanca girdi konuşmalara, tercüman gerekti çoğunu anlamaya. Babası görse yapıştırmıştı lafını; “Çin çubuğuyla, Türk çorbası içilir mi?”, acı bir tebessüm yayıldı yüzüne.

Hafta sonları dostlarla gidilen filmler bazen babasının kucağından akıp, sıcak yatağıyla buluştuğunda son bulurdu. Yazlık bahçelerde film eşliğinde yenilen çekirdeğin tadı, Yılmaz Güney’in güven veren duruşu, Türkan Şoray’ın müthiş gözlerinin perdeyi delip, izleyenlerin içine akması, çok gerilerde kaldı. Radyo devri kapanıp, televizyon kutuları konuşmaya başladığında, sohbetler sustu, kitaplar tozlarla arkadaş oldu. Teknolojinin zararlı yanları baş tacı edildi. Zamane çocukları “chat” yapar oldu, sanal alemde. Körebe, saklambaç, seksek, top sektirmek, sokak araları, nenelerin masalları, dedelerin askerlik anıları, çizgi romanlar, Kemalettin Tuğcu’nun ağlatan hikayeleri, destancı amcalar, komşu teyzenin aşuresi, yalansız ilişkiler, insani tüm duygular, çocukların hayalleri, hepsi ve daha fazlası internetin “surf”leri arasında kayboldu. Doğduğu evin bahçesine, babasının diktiği dut, kavak, kayısı, gül ağaçları gri binanın altında kaldı.

İktidar el değiştirdi kötü ruh sabit kaldı. Susurluk’ta ellerinde patladı pislik çuvalı. Milyonlarca ışık yandı, karanlığa inat. Sonunda, sermaye renk değiştirdi. Satışın adı pazarlama oldu. Televizyon sahibi oğulların, tefeci kocaların yerini, tavuk ticaretiyle köşe dönen kaytan bıyıklılar aldı. Susurluk’ta patlayan çuvaldan boşalan pislik Şemdinli’ye aktı. Başbakan ekonomik zorluklardan bıktı usandı. Geçinemedi, sponsorlar buldu. Yurttaş dert yanınca, başbakandan anası dahil nasibini aldı. Kendisine karşı duranları, hapishanelerde ağırladı. Diğerleri gibi o da doğası gereği sevmedi okuyanı, yazanı ille de düşüneni. İdam cezası Avrupai bir zorlama ile bırakıldı, düşünce suç sayıldı. Yeşil yalanlar dolarla birleşirken bir milyondan fazla çalışan işsiz kaldı. Eski bakkallar da yoktu artık. Veresiye kalmamıştı. Baba yaşasa sorardı kızına “ne yiyip içer bu insanlar?” diye. Kız çocuğu büyüdü ve daha çok inanıyor, umudun dağlarla birleşeceğine.