Acılarımız, sevdiklerimizin çaresizliği, bizleri iyi etmek için çalışan sağlık emekçilerinin yoğun çabası sayıların ardındaki gerçek hayatlara odaklanarak kavranabilir ancak. Hastanedeyken belki de beni en çok umutlandıran şey tanıdık tanımadık herkesin dayanışma mesajlarıydı ve inanıyorum bu dayanışma hali hayatta tutacak bizi

Karantinadaki yurttaş BirGün'e yazdı: Pencere, en iyisi pencere...

Nilgün Uzun Uluocak

Büyük sayılabilecek nispeten ferah bir odadayım. Dört gündür evde ateşler içinde yatarken yaşadığım en büyük korku gerçek oldu. BT sonucu Covid-19 zatürresi teşhisiyle hastaneye yatırıldım. Küçük bir kız çocuğuyken de zatürre illetinden yirmi gün hastanede yatmıştım. Ama o günler annem yanımdaydı, odamda bir komşum vardı ve hepsinden önemlisi kapım açık istediğim zaman istediğim insanla iletişim kurabiliyordum. Şimdi kapım kapalı. Hemşireler günde dört kez baştan ayağı korunaklı kıyafetlerle giriyorlar yanımıza. Bütün tedirginliklerine ve kaygılarına rağmen son derece anaç, güler yüzlü. Günde dört kez ölçülen tansiyon, ateş ve oksijen seviyemizin ardından yemeğimizi ve ilacımızı bırakıp çıkıyorlar. Gün içinde yaşadığımız tek hareketlilik bu. Çöpü almaya gelenler de aynı korunaklı kıyafetlerle çok seri hareket ederek hızlıca çıkıp gidiyorlar odamdan. İçeri girmeden önce penceremi açmamı ve maskemi takmamı istiyorlar.

TELEFONU BIRAKAMIYORDUM

Nihayet hastaneden çıktım, artık ev karantinasındayım ama şimdi düşününce o günler izlediğim tüm gerilim filmlerinden daha gergin, daha karanlık ve ürkütücü geliyor yaşadıklarım. Hemşirelerin ve doktorların kendimizi iyi hissetmemiz yönündeki tüm çabalarına rağmen o yalıtılmışlık, o yalnız kalmışlık hali, o kimsesizlik daha iyi hissetmemizi engelliyor. Telefonu elimden bırakamıyorum bir türlü, sevdiklerimi, arkadaşlarımı, ailemi görmek istiyorum. Günden güne acıların dinse de olmuyor, insan kendini daha iyi hissetmiyor bu yoksunlukta.

METRELERCE KUYRUK

Dört gündür dinmeyen yüksek ateş, halsizlik ve burun akıntısına eklenen sırt ağrısı artık dayanılmaz bir hal alınca hastanelerin son günlerdeki yoğunluğunu bildiğimden muhtemelen sıradan bir soğuk algınlığı ya da antibiyotikle tedavi edilecek bir zatürre olduğunu düşündüğüm için özel hastaneye gittim. Doktorun ateşimi ölçtükten ve uzaktan muayene ettikten sonra beni kovarcasına göndermesi, hiçbir açıklama yapmayarak en iyisi test yaptırmamı söylemesi inanılır gibi değildi. Oysa daha bir gün önce Bakanlık tarafından özel hastanelerde de şüpheli hastalara test yapılabileceği söylenmemiş miydi? Hemşirenin odadan kaçar gibi uzaklaşmasını, arkamızdan şüpheyle bakışlarını ve doktorun “Sen en iyisi bir hastaneye git, test yaptır kızım” demesini hiçbir zaman unutmayacağım. Oysa biz orayı da hastane sanmıştık; birkaç dakika önce kredi kartımızdan yüklüce muayene ücretini öderken. Gel gör ki üç dakika bile içeride kalmadan hızlıca kapı dışarı edildik. O korku ve panikle en yakınımızdaki Sadi Konuk Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne gittik. Nasıl büyük bir hataya düştüğümüzü henüz bilmiyorduk. Bir gün önce o hastaneye 300 bin hızlı tanı kitinin gönderildiğini söylemişti Bakan çünkü. Muayene bile edilmeden acilden korona servisine yönlendirilmem, metrelerce kuyrukta, saatlerce soğuk havada iki büklüm acıyla ve donarak sıra beklemem, muayene sonrası yine aynı yüzlerce kişinin ardında ağız ve burundan örnek verme (PCR testi) ve BT sıralarında bekleyişim… Hastane koridorlarında teşhis alabilmek için koşturan insanların büyük kısmı benim gibi hasta ve zar zor ayakta gidip gelirken, diğer kısmı da temas öyküsü olanlardı. Evet, doğru okudunuz hastalar ve “Acaba bana da geçmiş midir?” diye düşünerek iş arkadaşından ya da ailesinden birinde pozitif çıktığı için orda olanlar aynı alanlarda koşturuyorlardı. Gel de oralardan enfekte olmadan çık çıkabilirsen.

KÜÇÜCÜK ALANDA 150 KİŞİ

11.45’te kırk derece ateşle girdiğim hastanede saat 22.00’yi gösterdiğinde Covid-19 şüpheli zatürre teşhisini almış ve yatışa sevk edilmiştim. Gerilim filminin ikinci etabı burada başladı. O hastanede yer olmadığı için 112 gelecek ve müsait olan başka bir hastaneye götürecekti beni. Güvenlik yardımıyla girdiğim iki odalı küçücük alanda benim gibi yaklaşık 150 kişinin de aynı sevk işlemini beklediğini bilmiyordum. O anda bütün günün stresi boşaldı ve ağlamaya başladım. “Benim burdan ölüm çıkar” diyordum telefonla arayan bütün sevdiklerime. Zira gerçekten öyle hissediyordum. Yüz küsur insan, kimisi günlerdir orda başka bir hastaneye sevk için beklediğini söylüyor, hiçbir tedavi yapılmamış yapılmıyor ve ben kırk derece ateşle oturacak yer bile bulamadan ayakta ağlayarak bir yere sıvışmaya çalışıyorum. O anda tek istediğim şey bir yere oturmaktı, sadece oturmak... Sedyesinin bir köşesine oturduğum yaşlı teyze üç gündür orada bekliyordu, o havasız bakımsız kalabalık yerde. Riskli yaş gurubunda olmasına rağmen tedaviye dönük hiçbir işlem yapılmadan üstelik. Çıkmak için yeltendiğimde güvenliğin sert çıkışıyla karşılaştım. Oraya girmiştim bir kere, artık virüslü damgasını yemiştim ve çıkmam mümkün değildi. Neyse ki şansım yaver gitti, sabaha karşı Taksim İlkyardım Hastanesi’ne sevkim yapıldı. Hastanenin arka otopark kapısından gizli saklı insan yüzü görmeden göstermeden güvenlik eşliğinde girişim yapıldı.

Artık bulunduğum oda cennetten bir köşeydi benim için. Sıcak, yatağı var ve temiz. Ertesi gün tedavim başladı. Ağır ve güçlü ilaçlar beni iyi edeceğine daha mı kötü yapıyordu ne? Yataktan kalkamaz, kalktığım zaman mide bulantısından duramaz haldeydim. Böyle geçen üç günün sonunda artık daha iyi hissetmeye başladım. Yaşamsal fonksiyonlarım kendini belli etmeye başlamıştı. Bir şeyler izlemek, dünyadan ve ülkeden haber almak, nefes almak, insan sesi duymak istiyordum. Yeniden dışarıya dönük oldu algılarım. Yan odamda boğulurcasına öksüren erkek hastayı dinliyor, o her öksürdüğünde daha iyi olmasını dilemekten başka bir şey yapamıyordum. Akşamları ezanın ardından okunan duaya takılıyordu aklım. Cenaze evlerinde duyduğum o çok tanıdık ezgi tüylerimi diken diken ediyordu, kesinlikle daha iyi hissetmiyordum. Aksine öldüm öleceğim ölmek üzereyim duygusuyla bir anksiyetenin içinde buluyordum kendimi. Ölümden bir fanusun içindeydim sanki. Yanda öksüren amca, yukarıda yoğun bakımda solunum cihazına bağlı insanlar; sanki daha ölmeden gömüp üstümüze toprak atıyorlar gibi hissediyordum. O anlarda eşimi ya da ailemden birilerini arayarak yaşam belirtisi göstermeye ve o duygudan çıkmaya çalışıyordum.

karantinada-kalan-yurttas-birgun-e-yazdi-pencere-en-iyisi-pencere-710663-1.

NEFES MÜHİM MEVZU

Ben babamı akciğer kanserinden kaybettim. Gözümüzün önünde günlerce nefes alma mücadelesi verdi canım babam. Nefes darlığı hep en büyük kâbusum oldu o yüzden. Nefes mühim mevzu. İnsan hiçbir sevdiğini nefes mücadelesi verirken görmek zorunda kalmasın ve hiç kimse nefesiyle sınanmasın dilerim bu hayatta. Ve ben yine iki yıl sonra en büyük korkumla yüzleşiyordum: Neyse ki hiç nefes darlığı. Sırt ağrılarım ve halsizliğim artık yok denecek kadar azalmış, ateşim hiç yükselmez olmuş, ilaçların etkisi de gittikçe azalmaya başlamıştı. Penceremin daracık aralığından dışarıya bakıyor; bir hareket, canlılık, yaşam belirtisi görmek için çabalıyordum. Taksim gibi capcanlı bir yerin muhtemelen en sakin sokağına bakıyordum ne yazık ki. Karşıdaki apartman pencerelerine ve balkonlarına dakikalarca gözlerimi dikiyor bir insan görebilmeyi umuyordum. Pencereden baksın, çiçek sulasın, çamaşır assın birileri. Devam eden bir hayat görmek istiyordum. Günlük rutininde bir yaşam belirtisi. Ancak karanlık bir sokağın köşesi ve tarihi bir binanın soğuk duvarlarından başka hiçbir şey görmedim günlerce. Pencereyi hiç kapatmadım, oda ne kadar soğuk olursa olsun; martıların sesini duymak iyi geliyordu. Çok sevdiğim yazarların okumayı uzun zamandır istediğim kitaplarını gönderdi bir arkadaşım sağ olsun. Ama ne okuyabiliyor, ne hayal kurabiliyor ne de bir şey izleyebiliyordum. Hiçbir şeye odaklanamıyordum. İzlediğim ve okuduğum haberlerden ibaretti tüm zihnim. Önceki birkaç günü yeniden yaşayıp duruyordum düşündükçe. Geceleri de rüyalarımda tekrarlıyordum bunu. Her gece sayısız kez ter içinde uyanıyor, üzerimi değiştiriyor, yatağa havlu serip yeniden uyumaya çalışıyordum. O dört duvar arasında hareketlerimle beraber algım da sınırlandı sanki.

“nasıl bir his biliyor musun?.. oda geniş ama sığamıyorsun, kapı orada ama çıkamıyorsun...” demiş ya Cemal Süreya; bunu yaşıyordum tam da…

SAYILARDAN İBARETTİK

Akşam, haberleri açıyordum dışarıdan bilgi almak için. Ben ve benim gibi orda yatan onlarca insan sayılardan ibarettik. Yukarıda yoğun bakımda can çekişenler de, hatta belki birkaç saat önce can verenler de... Sayılardan ibarettik... Kim, kaç kişi empati kurabiliyordu bizimle. O andaki korkumu, yalnızlığımı, çaresizliğimi, kapana kısılmışlık duygumu, günlük hayatımızda çok kullandığımız “vebalı gibi” deyiminin vücut bulmuş hali olarak uzak durulması gereken bir nesne gibi algılandığım o soğuk ve karanlık günlerimi hissedebiliyor muydu sayılarla boğulan gündemin içinde insanlar? Acılarımız, sevdiklerimizin çaresizliği, bizleri iyi etmek için çalışan sağlık emekçilerinin yoğun çabası sayıların ardındaki gerçek hayatlara odaklanarak kavranabilir ancak.

DAYANIŞMA BİZİ AYAKTA TUTACAK

Çok zor günlerden geçiyoruz. “İhracat ve üretimden taviz vermeyeceğiz” diyen bir iktidarın elinde kaderimiz. Halka yardım edileceğine halktan yardım isteniyor. TTB raporlarına göre, hastalık olduğundan basit gösterilmeye çalışılıyor ve istatistikler gördüğümüzden vahim durumda. Hükümet edenlerin gündemi salgından, insanların derdinden ve hastalığın seyrinden ziyade ekonomi, patronların istikbali ve sağlık sistemindeki sözde iyileştirmeler. Gerici piyasacı sistem tam gaz devam... Büyük şehirlerdeki yayılım Avrupa kaynaklı açıklanırken Anadolu’daki yayılımın umreciler kaynaklı olduğu pek dillendirilmiyor. Hastalıkla mücadelede en ön saflarda yer alan sağlık emekçilerinin örgütü TTB’yi görmezden gelerek saf dışı bırakıyorlar. Çalışamadığı zaman geçinemeyeceğini söyleyen kamyon şoförü, sokağa çıkma yasağı isteyen vatandaş, işten çıkarıldığını ya da maaş alamadığını tweet atan insan gözaltına alınıyor; gerçekleri söyleyen sağlıkçılar twitter trolleri tarafından ya vatan haini ilan ediliyor ya da tehdit ediliyor. Tüm kurumlarıyla “EvdeKal” çağrısı yapılmasına rağmen devletin hiçbir önleyici tedbir almadığı ve gereklerini sağlamadığı bu süreçte biz vatandaşlar daha çok “HayattaKalmayaÇalışıyoruz”…

Hastanedeyken belki de beni en çok umutlandıran şey tanıdık tanımadık herkesin dayanışma mesajlarıydı ve inanıyorum bu dayanışma hali hayatta tutacak bizi.