Bilge Karasu’nun ‘Göçmüş Kediler Bahçesi’nde anlattığı masallar, bize eski ve yeni arasındaki hem ölümü hem de çıkışı imleyen birbirinden tuhaf, birbirinden ölen ve birbirinden çıkan karakterlerin hikâyelerini anlatmaktadır.

Karasu’nun dokuz canlıları

BARIŞCAN DEMİR

‘İzler’ isimli eserinde Ernst Bloch, exodus kavramının bir yandan “ölüm” bir yandan da “çıkış” anlamlarına geldiğini hatırlatarak, Hıristiyan teolojisinin dünya-öte dünya ikiliğini imleyerek kullandığı bu terimi dünyevileştirip onu devrimin sözlüğüne katmayı öneriyordu. İster bilimsel ister siyasal olsun, her devrim ilkin daima bir geleneğin, kendi içine kapalı bir Eski’nin içinde sesini duyurmayı deneyeceği için, başlangıçta çoğunlukla kendinin de tâbi olduğu geleneğin gürültüsü içerisindeki bir fısıltı olarak belirecektir. Bu fısıltı genellikle gürültüyü bastıracak çatallanmalar yaratamayıp onun tarafından soğurulsa da, her zaman bu soğrulma katmanlarının arasına kendinden bir iz bırakır. Bu izler, gelecekteki bir devrime el verircesine susturulmuş fısıltıların izleridir ve bunları birleştirecek bir ses, gelecekte soğurulamayacak bir gücü kendinde bulan bir devrime dönüşecektir. Bir exodus olarak devrim, ilkin kendinin de evi sayılan Eski’yi öldürerek bir anlamda kendini de öldürmeli, bir yandan da bu ölümü bir çıkışa dönüştürmelidir. Bu durumda, düşünceyi Yeni’ye ulaştıracak böylesi bir bir çıkış, ancak bir ölüm olarak can bulabilecektir.

Bilge Karasu’nun ‘Göçmüş Kediler Bahçesi’nde anlattığı masallar, bize Eski ve Yeni arasındaki bu hem ölümü hem de çıkışı imleyen birbirinden tuhaf, birbirinden ölen ve birbirinden çıkan karakterlerin hikâyelerini anlatmaktadır. Bu masal kitabının sırf adına baktığımızda bile ölümün bir yönüyle de dünyevi bir çıkış olacak çağrılacak olduğunu fark ederiz. Alkinoos ve Epikouros’un bahçelerine dair anlatılanlardan beri, bahçe, daima zorunluluk evinin yanındaki bir rastlantısallığı ya da bilindik yaşamın karşısındaki sembolik bir “başka doğum”u imleyerek kullanılmıştır. Karasu’nun bu bahçeye yerleştirdiği “göçmüşler” ise, diğer bütün ölümlülerin yanında dokuz canlılığıyla bilinen kedilerdir. Bu masallardaki göçmüş kediler, Eski evleriyle birlikte kendi geçmişlerini de öldürerek bahçeye çıkacak ve orada rastlantısal bir Yeni’ye doğacaktır. “Avından El Alan”daki iç içe geçmiş balık ve balıkçıda, “Bizim Denizimiz”deki kıyıda yeşertilen oyunda ya da “İncitmebeni”deki ölmesini bilen adamda da bu tema takip edilebilecek olsa da, şimdilik bunun izlerini yalnızca ve kısaca “Usta Beni Öldürsen E!”de sürmeyi deneyelim.

YENİDEN ÜRETİLEN ESKİ

Karasu’nun bir usta ve çırak ilişkisinden bahsettiği ve “Analarının ölüsünü törenle kaldırabilmeleri için çocukların sağ kalması gerekir. Kalmadıkları da görülür ama.” cümleleriyle başlattığı masal, daha en baştan, böylesi bir ilişkiden ölümün iki farklı anlamının doğabileceğine işaret etmektedir. Usta, ana, ebeveyn, gelenek ve geçmiş kavramlarının Eski’de; çırak, çocuk, gelenekte doğan ve şimdi kavramlarınınsa Yeni’de yoğunlaşan bir gösterge ağı oluşturduğunu düşünürsek, Eski’nin içinde doğan bir Yeni için ancak iki ölümün mümkün olabileceğini fark ederiz. Ya çırak ustaya dönüşerek ölecek ve artık kendinin o olduğu ustasının ölüsünü törenle kaldıracak ya da ustasına dönüşmemeyi seçerek ölecek ve artık çocuk olmaksızın yeniden doğacaktır. İlk seçenekte yeni bir başlangıca yer yoktur; o seçenek, yalnızca çırağın ustasını olduğu gibi sürdürmesini, ancak aynının bir yeniden-üretimini ya da Yeni’nin vasat bir parodisini verebilir. Karasu’nun deyimiyle bu, ustasının burnunun sağ kanadının dibinde yalnızca çırağının görebildiği bir benin oluşmasıdır. Çırağın Ben’inin ustasının suretindeki bu belirişi, ip cambazlarının ip üstünde yalnızca savaşır gibi yaptıkları, fakat asla bir ölümüne dövüşün gerçekleşmediği, dolayısıyla da geleneğin durmaksızın yeniden-üretildiği bir durumu vermektedir. Burada ölen, Yeni’ye aday olanın devrimci fısıltısıdır. O, Eski’ye dönüşerek ölmekte, masalda geçtiği gibi kendi bir ustaya dönüşürken, kendine ve kendinde ölecek yeni çıraklara ustalık etmektedir.

FISILTI HALİNDEKİ YENİ

İkinci seçenekte ise, artık elleri ustaca ellerimizden tutan bir ev olan Eski’yi kaybetmek pahasına, Yeni’ye doğru ve yeni-den bir başlangıca doğmanın olanağı yatmaktadır. Bu başlangıca yanaşan çırak, ona ipte yürümeyi öğretmiş olan ustasını ve onun suretinde beliren benle birlikte kendini de öldürmeyi göze almaktadır. Yanaşmak yetmez elbette, Eski hemencecik salmaz bizi, ama bir tereddüt, bir kayganlık, hafif bir sarsıntı yaşanır ilkin. Karasu’nun “kemerine yapışması gereken ustanın elleri, onu ancak bileklerinden yakalayabildi” cümlesi, tam da böylesi bir tereddütle hafifçe bir sarsıntıya uğrayan, fakat çırağını yine de bırakmayan Eski’yi imlemekte gibidir. Ustanın sarsılsa da onu bırakmayışı kadar, çırak da bu küçük farka rağmen kopamaz hemen ustasından; Yeni’ye çıkmayı da ister ilkin, Eski’de kalmayı da. Karasu, ustasının burnunun sağ kanadı dibinde gözüne bir leke çarpan çırağın, bu lekeyi silecekken elini tutup kendine engel olduğunu söylerken, tam da bu devrimci tereddüdü anlatmakta gibidir. Burada Yeni hâlâ bir fısıltı halinde, hâlâ kendisini Eski’nin gürültüsüne bırakma eğilimindedir. Karasu’nun masalı neredeyse bu yenilgiyle bitmektedir. Sonlara doğru aynayla kendi burnunun altına bakan çırak orada ne bir Ben ne de ufacık bir leke görebilmektedir; artık o da usta olacak, kendisine çıraklar yetiştirecektir. Öte yandan, soğurulan fısıltıların izleri birikir; Karasu’nun yalnızca ellerinden değil de bileklerinden yakalattığı çırağının devrimci fısıltısı, kim bilir belki de Karasu’nun kendisinde, güçlü bir çırağın sesine dönüşecektir.

İkinci seçeneğin, bu tereddüt anlarının yarattığı dümeni Eski’ye değil Yeni’ye doğru döndürmesi, Karasu’nun kalemi gibi oldukça nadir ve tedirgin düşünce devrimlerinde doğmakta ve bu devrimleri doğurmaktadır. Bu masalda ancak izleri seçilebilen böylesi bir başlangıç, belki de Karasu’nun kendi masalında, Lawrence veya Kuçuradi gibi ustaların karşısında, onlarla birlikte kendini de öldürerek düşünceyi Yeni’ye çıkartan tuhaf bir masalda seçilebilir.