Diyarbakır’dayız… Tahir Elçi; Sur’da eski bir caminin önünde konuşuyor. Diyor ki, “ Burası kurşunlarla delik deşik edilmiş. Biz burada silah sesi duymak istemiyoruz…” Nerde, eski bir caminin önünde. Bir caminin korunması hassasiyeti, kendisine kurşun olarak geri dönüyor! Tahir Elçi’den sonra ne yazı ne de şiir yazılır, Hrant’tan sonra yazılamayacağı gibi...

Karışık halet-i ruhiyeler…

UĞUR BİRYOL


“Belki de bu dünya başka bir gezegenin cehennemidir.” Huxley’nin bu sözü yıllardır özünden bir şey kaybetmeden, gerçek vuruculuğuyla ve hep sahici olarak yüzümüze tokat gibi inmedi mi? Bu dünya ne üstüne dönüyor, sahi insan yaşamının nesnesel birikimler dışında bir karşılığı var mı? Ben insanların sadece, öylesine görünür olmak adına yaşadığına inanmaya başladım.

Her sabah umuda uyanmakla depresyon arasında giden bir halet-i ruhiyemiz var. Serseri mayınlar gibiyiz, ne zaman ne olacağına dair en ufak bir fikrimiz yok ama son iki ay… Cehennem denilen kavramın yakıcılığı sadece, ismen karşılığını bulmuş hali ruhlarımızda, bedenlerimizde… Yazın, bir dağ gezisinde Suruç’ta öldürülen çocukların haberini aldığımda, kendim için pekâlâ bu dağdan ruhum yükselmeli ve her şey bitmeli diye düşünmüştüm; öyle ya senden genç insanların sırf birilerinin gözünü kan bürümüş diye öylece, lokma lokma öldürüldüklerini bilmek. O anda insanın bambaşka bir yere göç etmesi istekleri ayyuka çıkmıyor mu? Ve o sorumsuz sorumluların bu hadiseden kendilerine çıkardıkları iğrenç hesaplar… Yine bir sabah, Ankara’dayız bu sefer… Defalarca gittiğim bir yerde, insanlar toplanmışlar. Kalabalıkların arasında değilim ama ordayım. Çünkü hep oradaydım ben, elimde bir fotoğraf makinesi, cebimde bir ses kayıt cihazı, bir defter, kalem… Zaman beni oraya ışınlamış sanki. Büyük bir ses ve patlama ve gidenler… Gidenlerin ardından söylenenler. Ne kadar boş değil mi? Uzun zamandır, bu olayların akabinde bir şeyler yazmak gelmedi içimden. Çetin Altan yazmıştı ya, o hesap. Can sıkıntısı değil, kahır… Ölü canlar birer birer uğurlanırken; “hakaretten”, “oy tahvillerinden”, “âmâ”lardan, “fakat”lardan geçilmeyen milyonlarca yorum… Mide bulantısı ve kusma hissi az geliyordu o zamanlarda, düşündükçe yine… Ne vardı ki, barış istemenin karşılığı ölüm mü olacaktı? Bu topraklar, trajediyi kendinden daha kaç kere doğuracaktı? Artık tahlil yapmanın bir manası yok, yorum yapmanın da hiç… Ne olacağız sorusunun da. Zaten olacağımız kadar olmuşuz. Dirisine saygısı olmayan, ölüsüne gösterir mi? İnsanları acılarıyla baş başa bırakmak mı en doğrusu? Ya o acılar gelip seni de bulursa? Hiç mi sızlamaz senin vicdanın? Vicdan demişken, vicdan öldüğünde insan da ölür bilir misin?

Diyarbakır’dayız… Tahir Elçi; Sur’da eski bir caminin önünde konuşuyor. Diyor ki, “ Burası kurşunlarla delik deşik edilmiş. Biz burada silah sesi duymak istemiyoruz…” Nerde, eski bir caminin önünde. Bir caminin korunması hassasiyeti, kendisine kurşun olarak geri dönüyor! Tahir Elçi’den sonra ne yazı ne de şiir yazılır, Hrant’tan sonra yazılamayacağı gibi... Binlerce yıllık trajediler ve ah’lar ülkesi…Sonun nereye varacak bilemiyorum ama şunu bil, barış evrenseldir, iyi bir şeydir, sade ve sadece insanların insan gibi, eşit koşullarda yaşamasına imkan tanınmasını sunar, zaten yaşamanın temeli de barıştır. Kimsenin tekelinde değildir, olamaz da. Barış isteyenlerden korkma, onlara daha çok sarıl…

Şimdi, temkinli, tedirgin, ürkek güvercinler gibi sokaklar… Her yer yangın yeri. Birileri öyle istedi diye, onlar rahat olsun, insanlar korksun diye. Korksunlar ki sinsinler, sinsinler ki onlar daha rahat kahvaltı edebilsinler, daha fazla yesinler de doysunlar diye… Bu misli menendi görülmemiş cömert ana, Anadolu; hepimize çok ve farklı seçenekler sunmadı mı? İnsanların özgür ve rahat yaşamalarını sağlamak, huzuru ve barışı getirmek bu kadar mı zordu? Karışık hallerdeyim, hallerdeyiz; karanlıktan bir ışık bekliyoruz, daha fazla ışık…