Psikoterapist Tuğçe Isıyel, karşılaştıklarımız kadar karşılaşmadıklarımızın da hayatımızda önemli belirleyiciler olduğunu söylüyor

Karşılaşmadıklarımız da bizimle

Işıl ÇALIŞKAN

Hayat bir karşılaşmalar bütünü. Yolumuzu çizense savrulduğumuz yön. Modern dünyanın getirdikleriyle beraber hem kendimiz hem de ötekiyle olan ilişkimize bakma fırsatı bulamıyoruz çoğu kez. Klinik psikolog Tuğçe Isıyel ‘Ya Hiç Karşılaşmasaydık’ kitabında iç ve dış dünyamıza ayna tutuyor. Psikoterapi odasında, sokakta, evde gözlemlediği insan hallerini edebiyattan psikanalize, sinemadan mimariye uzanan biçimleriyle ele alıyor. Onlar hepimizin hikâyesi. Hayatın karşılaşmalar ve teğet geçişlerden ibaret olduğunu ifade eden Isıyel, tüm karşılaşmaların bir turnosol kâğıdı işlevi gördüğünü söylüyor.

Isıyel’in kitabıyla karşılaşmam bu söyleşiyi doğrudu. Başka güzel başlangıçlara vesile olması umuduyla sözü kendisine bırakalım.

Kitabınızda çoğu şeyin çocuklukla ilişkili olduğundan bahsediyorsunuz. Uzmanlık alanı olarak yetişkinliği tercih etme sebebiniz bütünü görme merakı olarak değerlendirilebilir mi?

Çocukluk tuhaf bir alan, istismara, günah keçisi ilan edilmeye çok müsait. Ayrıca dünyasına ait olmadığımız yetişkinlere bağımlı olduğumuz için de her türlü etkiye açık bir alan. Ve elbette değişime, gelişime de çok açık bir gelişim dönemi. Hayattaki konum alışımızı, hayata tutunma tarzımızı, ötekiyle ilişkilenme biçimlerimizi büyük ölçüde orada yaşadıklarımız belirliyor. Aslında bence çocukta bütünü görüyoruz. Çocuk bir bakıma ebeveynlerinin, onun hayatında yer eden yetişkinlerin hatta toplumun bir aynası gibi. O aynada neler yok ki; hırslar, idealler, ihmaller, coşkular, hayal kırıklıkları… Çocuklarla çalıştığım dönemde çocuğun bu denli ayna işlevi görmesi beni yetişkinlerle, çiftlerle çalışmaya itti. Çünkü aile sisteminde, çiftlerin ilişki sisteminde ufak da olsa değişen bir şey çocukta hemen etkisini gösteriyor.

Karşılaşmaların getirdiklerine her halükârda kucak açmalı mıyız? Olumsuzluklar değil midir bize ket vuran?

İstesek de istemesek de o karşılaşmalar gerçekleşiyor zaten. Anlamlandırmak ise bizim elimizde. Her karşılaşma bir deneyim bence. Hayatın dönüştürücü etkisini ancak bu deneyimlerle görebiliriz. Karşılaştıklarımız kadar karşılaşmadıklarımız da hayatımızda önemli belirleyiciler veya olumlu olan kadar olumsuzla da karşılaşma… Tüm bu karşılaşmaların hayatımızda bir turnosol kâğıdı işlevi gördüğünü düşünüyorum. Bazı şeyleri fark ettiren, ayrıştıran, seçimlerimizi netleştiren, önceliklerimizi, hayattaki konumumuzu belirleyen. Bunlara açık oldukça hayat da başkalaşmaya başlıyor o zaman.

MUTSUZSAK ANTİDEPRESAN!

Yaşarken mutsuzlukların bir tecrübe olduğunun farkına varamıyoruz çoğu zaman. İnsan psikolojisinde normal kabul edilen durum hep mutlu olmak mı?

Sanki yaşamın amacı mutlulukmuş gibi bir yanılsamaya kapılıyoruz. Mutlu hissetmiyorsak bizde bir sorun varmış gibi düşünüyoruz, mutsuzsak başarısız hissediyoruz. Bir mutluluk maratonundaymışız gibi… Fakat bu insanın doğasından ve sahicilikten çok uzak bir şey. Aynı zamanda pompalanan da bir şey. Bu sayede birçok sektörün değirmenine su taşıyoruz, ilaç piyasası, kişisel gelişim endüstrisi vs. Mutsuzsak kesin depresyondayızdır hemen bir antidepresan! Mutsuzsak “mutlu hissetmenin 12 adımı” minvalinde hemen kişisel gelişim önerileri… Mutlu hissetmek kadar mutsuzluk da insana dair. Hemen oradan çıkmaya çalışmaktansa biraz dikkatle oraya bakmayı, onu duymayı, anlamayı denemek, kendimize biraz daha yakınlaşmamızı sağlayacaktır.

GERÇEK BAĞ İLE HİSSEDİLEBİLİR

Kendimizle kurduğumuz ilişkide bilinç ne kadar önemli? Farkındalığın yaşam kalitesine etkisiyle ilgili neler söylersiniz?

Bir şeyi fark ettiğinizde artık ondan kaçamaz ve saklanamazsınız. Bastırarak zihninizin derinlerine de kaldıramazsınız. Onunla göz teması kurarsınız ve onu yaşarsınız. Neyi neden yaptığınızı anlamadığınız durumlar açıklık kazanır. Bu bazen acı verici olabilir ama farkındalığın getirdiği bir özgürlük hissini de beraberinde getirecektir. Psikoterapi desteği kendimize dair bu farkındalığın artması için çok kıymetli bir yol arkadaşıdır. Bir de şu var; hem kendimize hem de ötekine dair eylemleri, duyguları farkında olarak yaşamak, gerçek bir bağ kurmakla mümkün. Ancak gerçek bir bağ kurunca birçok şeyi hissetmek mümkün olabilir. Hissedebildikçe hayatın içinde canlı oluruz, yaşamı olduğu haliyle kabullenebiliriz. Sanıyorum bu durum da yaşam kalitemizi epey olumlu bir biçimde etkiler.

Psikoloji ile edebiyat arasındaki ilişkiyi nasıl açıklarsınız? Edebiyat ile kişisel psikoterapi mümkün müdür?

Psikoterapi dediğimiz şey terapist eşliğinde gerçekleşen bir tedavi yöntemi, anlamlandırma biçimi. Çeşitli teknikleri, süreci var. Başka herhangi bir şeyle kıyaslanamaz. Ancak kişisel terapi derken kendimizi anlamaktan, farkındalığımızı geliştirmekten bahsediyorsanız elbette bunun onlarca yolu olabilir. Ve evet edebiyat da bu yollardan biri. Zira edebiyat yüzyıllardır insanın dert ettiği ne varsa onları ele alan bir alan. Okur, edebi bir metinle buluştuğunda oradaki karakterlerle özdeşim kurarak, o karakterlere belirli bir mesafeden bakarak aslında kendisini de görmeye başlıyor, davranışlarını, duygularını belki de o karakter üzerinden anlamlandırmaya başlıyor. O karakter üzerinden katarsis yaşayabiliyor. Bu da yine o metinle ve oradaki karakterle bağ kurmakla mümkün olan bir şey. Yani orada da bir ilişki var ve ilişkinin olduğunu yerde onun iyileştiriciliği de söz konusu olabilir.

Çift terapilerinizde ilişkilerdeki bilmeme hakkının önemine değiniyorsunuz. İnsanların birbiri hakkında her şeyi bilmek istemesinin ilişkideki arzuyu öldürdüğünü söylüyorsunuz. Bu durumda mükemmel ilişki mümkün değil midir?

Hayatta ne mükemmel olabilir ki! Hayatın gerçeği eksikli gedikli oluşu. Bu durumu kabullenmekte epey zorlanıyoruz. Acaba niçin bu kadar mükemmelin peşindeyiz? Bu ölüme, ölümlü oluşumuza, sınırlı bir insan canlısı olduğumuz gerçeğine bir meydan okuma olarak yorumlanabilir mi! Çünkü ölüm gerçeği, insan için çok acayip narsisistik bir darbe. Düşünsene öleceğiz ve buna karşı koyamıyoruz. Bu darbeyle ancak mükemmelin peşinden koşarak başedebileceğimizi düşünüyor olabiliriz. Mükemmel ilişkinin peşinde olmak da belki olası bir ayrılığa meydan okuma, yani yoğun bir kaygının arzu biçiminde tezahür etmesi. Belki de kişi mükemmel ilişkiyi aradığını ve hatta bulduğunu var sayarak kendisinin, ötekinin ve hayatın defolu taraflarını inkâr etmeye çalışıyordur.