‘Kasket gider, takke gelir...’
Kadınların gözünden 12 Eylül’ün anlatıldığı Nehir isimli oyunun yazarı Karakadıoğlu: Kasket gider, yerine takke gelir ama bu bir yöntemse hangi kostümle geldiğine bakmamak da gerekiyor
YILMAZ DEMİR
Tarihin kesintiye uğradığı anlar olarak darbelerlerle yüzleşme niteliği taşıyan ve Karakadıoğlu’nun kişisel tecrübelerinden yola çıkarak yazdığı Nehir’de, iki kadını bir evin salonunda birbirlerine rağmen hatıralarına direnirlerken izliyoruz. Basit bir ev arkadaşlığı buluşması olarak başlayan tanışma, iki kadının Ankara’da Derin Araştırmalar Laboratuvarı (DAL) olarak anılan işkencehane karanlığında bir araya geldiklerinin ortaya çıkmasıyla karşı konulmaz bir hüzne boğuluyor. Karakadıoğlu şiddetin tecrübesinin aktarılması ve yüzleşilmesi gereken durumunu koşulsuz savunurken bunu sahnede açık bir şekilde göstererek anlamlarını zayıflatmamak gerektiğine inanıyor. Bundan hareketle ‘suratına tiyatro’yu sahiplenmediğini ancak bunun travmalarımız ile yüzleşemeyeceğimiz anlamına gelmeyeceğini söylüyor. Ve yazar bunu desteklercesine kurguladığı oyun ile kadınların yaşadıklarının gündelik yaşantılarında ne şekilde ortaya çıktığını, bir Amelia Rodriguez şarkısında nasıl kederlendiklerini bize gösterirken seyirciyi olan bitenin ‘hikâye’ olmadığı gerçeğine müthiş bir yoğunlukla sürüklüyor.
Gülşen Karakadıoğlu’nun 12 Eylül’ün yarattığı yıkımı, yolları kesişen iki kadının hayatından bir kesit ile anlattığı tek perdelik oyunu Nehir seyirci ile buluşmayı sürdürüyor. Bir dönem Kültür Bakanlığı Müsteşar Yardımcılığı da yapan Gülşen Karakadıoğlu ile Nehir’in durduğu yeri, devlet şiddetini, darbeleri, sosyal yıkımın kişiler ve toplum üstündeki yıkıcı etkilerini konuştuk. Karakadıoğlu’nun açıklamalarından satır başları şöyle:
‘DOĞRUDAN AKTARIM UYGUN DEĞİL’
“Bu oyunu aslında 15 sene önce yazdım ve bunu 12 Eylül gözlemcisi gibi yazmadım, yaşanmışlıklarla doludur. Ve bir yandan da çok tepkiliyim. Bu kadar ağır bir travma yaşandı ve hiç üzerine gidilmeden, üstlerini kapatarak konuşuyoruz. Böyle bir şey sanki hiç yaşanmadı, sanki milyonlarca insan işkence görmedi, yüzlerce insan işkencede yok edilmedi. Romanda, sinemada bazı örnekleri oldu ama işkenceden, bu en aşağılık şeyden tiyatroda söz eden yok gibi. Arjantin’de ne oldu, Yunanistan’da ne oldu ancak bunlardan bahsediyoruz. Ben şiddeti sahneden doğrudan göstermenin pek etkileyici olduğunu sanmıyorum. Aristo’nun öğretisi de böyledir: Sahnede bazı şeylerin gösterilmesi uygun değildir, çünkü inandırıcı olmaz. Kan, savaş, ölüm haber olarak aktarılabilir. Ben de şiddeti izlediğim birçok oyundan pek etkilenmedim. Dar, anlık etkileri oldu ancak. Sanat bunu daha uygun yollardan aktarma şansı veriyor. 12 Eylül’ün adını anarak sahnelediğimiz ilk oyun bu. Bundan bahsedilmesi mümkün olmamıştır pek, otosansür uygulamışızdır.”
‘MİDEM BULANA BULANA YAZDIM
“Biz kendi aramızda, birlikte gözaltına alındığımız arkadaşlarımızla bile bunun hakkında 20 sene sonra konuşabildik. Bu politik bir üstünü örtmekten çok, travmatik etkiler sebebiyle de olmuş olabilir. Ben bu oyunu, midem de bulansa, bunu göğüsleyerek yazdım. Yalnız bunun sosyal davranış tarzı olmasının da ötesinde siyaseten de üstünün kapatıldığı kanısındayım. Bizler askerin yaptığı yanlışların adını koymakta çok geciktik. O zaman anarşi vardı gibi bir bahane olamaz. Demokrasiden vazgeçtim, insanlık dışı uygulamaların, darbelerin bahanesi olamaz. Askerin suçlanmasında eksik kaldık. Kasket gider, yerine takke gelir ama bu bir yöntemse hangi kostümle geldiğine bakmamak da gerekiyor.”
‘NAYLON BİR TARİH’
“Tiyatrocu olma hevesinde olanlar olarak belki ama toplumsal olarak keşke daha önce açık yüreklilikle işkenceyi yöntem olarak kullanan iktidar ve kolluk ile yüzleşilseydi, bugün belki böylesi ağır bir demokrasi travması yaşamıyor olurduk. Birileri askerin yanlışını söyleyip bunu da kendilerine göre somutlaştırıp dosyalayıp, o dosyalara göre işlem yaparken, orada da anti demokratik bir uygulama var demektir. Sadece tiyatro ile de değil, genel anlamda yüzleşmedik.
Naylon bilgilerle dolu bir resmi tarihimiz var. Orda da sanata, romana, şiire, müziğe yansıyan bir şey yok. Nazi yönetiminin tüm Avrupa’da nasıl bir vahşet uyguladığını sanatta, kültürde, politikada iyi biliyorum mesela ama kendi ülkemde de benzer şeyler yaşandı. Vagonlara konulup da doğudan batıya gönderilen insanlarla ilgili hiçbir şey yok. Resmi tarih de yazmadı roman da, şiirde de kullanma gerekliliğini göstermedik. Bunu yapanlar da cezalandırıldı. Devletin sopası ile mücadele etmek gerekliğinden yola çıkarak kuruyorum ben bütün eleştirilerimi.”
‘TEHDİT DE EDİLDİM’
“Benim müsteşar yardımcılığı görevim sırasında biz ‘Bize Nasıl Kıydınız’ filmi için de mücadele ettik Yılmaz Güney’in ‘Duvar’ filmi için de. Her ne şekilde olursa olsun tüm şarkıların, tüm kitapların yayınlanabilmesi, tüm türkülerin kendi dillerinde söylenebilmesi gerektiğini savunduk. Duvar filmine karşı çıkan emekli subaya da buna karışmaması gerektiğini ilettim, Genelkurmay Başkanı ile görüşüp, bu kişinin uyarılması gerektiğini de ilettim. Tehdit edildim bunun üzerine ama o zaman Timur Selçuk, Osman Yağmurdereli gibi sorumluluk sahibi sanatçıların desteğiyle filmin komisyondan geçmesini sağladım ve film seyircisine kavuştu. ‘Film olay çıkartır’ diye uyardılar ben de onlara görevlerinin olayları önlemek olduğunu ilettim. İktidarda kimin olduğu değil, güçlerini kimlerle paylaştığı önemlidir.”
Nehir için hazırlanmış tanıtım broşüründe oyunda emeği geçenlerin oyun hakkında yazdıklarının yanı sıra Prof. Dr. Ioanna Kuçuradi’nin ‘İnsan Onuru Kavramı ve İnsan Hakları’ başlıklı bir yazısı bulunuyor. Nehir 8 Kasım’a tarihe kadar Ankara’da görülebilecek.
***
68 Kuşağı’nın Gezi nesli ile buluşması
Gülşen Karakadıoğlu tüm içtenliği ile yüzleşmenin öneminden söz ederken, hayallerini taze tutan, tarihe direnen bir kadının Gezi ile ilgili fikirlerini öğrenmek istedik. Sansürün, engellemelerin geçmişte kalmadığını, benzer uygulamaların bugün hala olduğunu, son süreçte de Altın Portakal Film Festivali’nde sansüre uğrayan Gezi belgeseli ‘Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’i hatırlattık. Karakadıoğlu şunları söyledi: “Toplumsal bilinç olarak yaşadığımız dönemle yakışıksız görüyorum bugün durumu. Bugün her şeyden çekiniyoruz. Biz Nehir’in bugün sahnelendiği Oda Tiyatrosu’nun üst katında çalışırdık, faşistler çıkanı döverlerdi, ikide bir polis basar, tuttuğunu götürürdü. O zaman başka diri bir muhalefet vardı. Onu Gezi’de gördüğümüz için sonsuz sevindik. Birdenbire, evlerimizde hüzün içindeyken Gezi bize gençlik şırınga etti. Koştum dışarıya ben mesela, çok sevindim. Gördük ki gençlik apolitik değilmiş, müthiş bir buluşma oldu bizimle. Ne güzel oldu, ne güzel. Ama bugün dünyada durum bu, Almanlar Merkel’e mi layık, İtalyanlar o Berlusconi’ye mi, Sarkozy Fransa’ya yakışıyor mu? Bir umutsuzluk noktasındaydık. İlla bir iktidar talebi değil, sizler yaşadığımız hayatın daha iyi olabileceği ile ilgili, kendi hayatımızı temizlemek ile ilgili bir buluşma gerçekleştirdiniz.”