Kürtle

TACIM AÇIK


En son, Hrant Dink sanıklarını cezaevine taşıyan araçtaki, o meşhur "Ya sev ya terk" jaşizanhğım izledik. Yetmezmiş gibi, O.S."yi taşıyan aracın duruşma bitimi adliye çıkışında askerlerden birisinin malum el hareketine tanık olduk. Katledilen bir insanın ardından sergilenenler şüpheye düşmeden nasıl bir coğrajyada yaşadığımızı resmetmeye yetiyor; devletin "resmi" aracında yaşanan bu vukuatlar merkezin bakış açısını yansıtıyordu. Türkiye"nin yakın tarihine baktığımızda; Maraş Olayları, Çorum Katliamı, Sivas Katliamı derken giderek artan linç ve linç girişimleri göze çarpıyor... Linç olaylarına karışan insanların neredeyse hiçbir cezai işlem görmediği hatta yaptıklarından dolayı göğüslerinin kabar-tıldığı bir sistemde linçin meşrulaşması kaçınılmaz oluyor. İnsanların kendileri gibi olmayanı "öteki" olarak kodlayıp hedef haline getirmesi, arzu ettikleri takdirde yok etme isteği neredeyse doğal karşılanıyor artık. Tahammülsüzlükler sonucu uzlaşmadan uzak bir ülke tablosu çıkıyor. Görünen manzarayı Serdar M. Değirmencioğlu, Murat Paker, Melek Göregenli ve Haluk Şahin"le konuştuk.



DOÇ. DR. SERDAR M. DEĞİRMENCİOĞLU (Psikolog)
Türkiye"de linç kültürü destekleniyor
Türkiye"delinç gerçeğinin, deneyimlerinin çok yoğun olarak yaşandığı ve kötü şeylerin çok fazla öne çıktığı dönem 70"lerin sonu. Fakat bunun iyice belleklere kazındığı ve toplumun aslında bundan çok etkilendiği nokta nedir diye ararsanız, bu televizyonlardan da naklen yayınlanan Sivas Katliamı olur

»İnsanların kendi gibi olmayanı tehlikeli bir düşman gibi görüp "öteki" olarak kodlaması-nı nasıl değerlendiriyorsunuz?Türkiye"de uzun süredir sıkıntı içinde, bir ihanet söylemi var. Türkiye"nin son beş yılına iyice bakacak olursanız, herhangi bir insanın herhangi bir insana hain olarak bakması ve yapılan şeylerin ihanetle ilişkilendirmesi çok yaygınlaştı.


Sağlam bir örnek ararsanız, özellikle Hürriyet gazetesi gibi örneklere bakabilirsiniz. Bu gibi gazetelerin başından beri yaptıkları düzenli olarak birilerini hain ilan etmek ve o hain üzerinden kendi varlıklarını haklı çıkarmaktır. Onun için şu an Türkiye"de "Birarada Yaşamı Savunalım" gibi kampanyalarla insanların birbirlerine daha sakin yaklaşmalarını ve diyaloga yakın olmalarını kolaylaştıracak bir gidişatın oturmasını sağlamak gerekiyor. Yoksa gerek Türkiye"de gerekse başka ülkelerde kullanılan bir mantık yerleşiyor: İhanet var, ihaneti yapan haindir, hain eşittir gitmesi gereken kişi. Bu yüzden mesela Hrant Dink"e yapılanlara bakan birçok kişi Türkiye"de bir haine yapılan şeylere bakar gibi ve böyle bakarlarken de mantıklı düşünmelerini bekleyemiyorsu-nuz. Yapılması gereken hukukun güçlendirilmesi ve hukukun üstünlüğünün hiçbir şekilde tartışılmaz olması. Örneğin polisin, ordunun ya da bir başbakanın hukukun üzerinde olamayacağı özellikle vurgulanmalı ve bunun hayata geçirilmesi gerekiyor.»Yakın tarihi değerlendirecek olursanız linç girişimleri hakkında nasıl bir fotoğraf çıkıyor?


Cumhuriyet döneminde değişik şekillerde şiddet öne çıkıyor. 6-7 Eylül Olayları gibi olaylar var. Ama şiddetin özellikle daha yoğun olarak tırmandığı, 70"lerin sonuna doğru kitle kıyımları söz konusu. Birilerinin galeyana getirilmesi ve sokaktaki insanın linçe katılması gibi bir durum yaratılıyor. Özellikle Maraş"ta, Çorum"da ve Malatya"da. Türkiye"de linç gerçeğinin, deneyimlerinin çok yoğun olarak yaşandığı ve kötü şeylerin çok fazla öne çıktığı dönem 70"lerin sonu. Fakat bunun iyice belleklere kazandığı ve toplumun aslında bundan çok etkilendiği nokta nedir diye ararsanız, bu televizyonlardan da naklen yayınlanan Sivas Katliamı olur. Bu şekliyle de bakarsak 90"ların başından bugüne birilerine tahammül etmeme ve tahammül edilmeyen kişiye kötü bir şey yapma ve yapılan şeylerin de yapan kişilerin yanında kalması, Türkiye"deki linç kültürü oluşmasını ciddi anlamda destekliyor. En son örneğini de bu hafta Hrant Dink"in duruşmasında gördük. Duruşmaya gelen aracın önünde, Hrant Dink"in ölümüne varan yaklaşımın simgesi olan "Ya sev ya terk et" yazılıydı. Bu da gösteriyor ki, Adalet Bakanlığı bir yandan bir davayı sürdürürken, öte yandan kendi aracından sanki Hrant Dink"e yapılanı destekler gibi bir durumda. Bakanlık aracından bir slogan okuyabiliyorsunuz.


»Bu açık ya da örtülü mesajların katilleri ve yandaşlarını cesaretlendirdiğinden söz edebilir miyiz?
Elbette. Adalet Bakanhğı"nın bu aracın önündeki yapıştırma hakkında ne yapacağı çok önemli. Eğer ciddi bir mesaj vermek isterlerse, hemen bunun üzerine gitmek zorundalar. Ama geri gider Ogün Samast"in yaşadıklarına bakarsanız, Hrant Dink"i katlettikten sonra onun bir bayrak ve yanında da güvenlik görevlileri ile fotoğraflarının çekilmesine ülkece tanık olduk. Bundan daha iyi, "Biz katili destekliyoruz" nasıl denilebilir? Belki bir sertifika verselerdi, sertifikanın üzerine Adalet Baka-nı"nın da fotoğrafını koysalardı ancak olurdu.
»Son olarak Dink"in katil zanlısını Adliyeye getiren cezaevi aracının içindeki bir askerin duruşma çıkışındaki el hareketine ne demek istersiniz?
Mesele zaten burada kilitleniyor. Sivas Katliamından bu yana artan linç girişimleri ve artan pervasızlık Türkiye"nin çok hızlı bir şekilde hukuksuzluğa boğulmasıyla ilişkili. İster hortumlamalar olsun ister Hrant Dink"in katli olsun, bütün bunlarda hukuk zavallı, adalet önemsiz, zorbalık ve güç önemli gibi gösterilir ise o zaman linçin ortaya çıkmaması aslında mucize olurdu. Bir başka örnek vereyim:2005"de Aksiyon dergisi (Sayı 536) din değiştiren kişilerin adlarını yayınlıyor. Din değiştiren kişilerin adlarını bir dergide yayınlamak, bu kişileri hedef haline getirmektir. Dünyanın hiçbir yerinde bu yapılmaz. Ama bu dergi, tıpkı Tarih Kurumu"nun başındaki Halaçoğlu"nun açıklamaları gibi, "Biz bu kişilerin dönme olduğunu biliyoruz ve adlarını yayımlarız" diyor. Adlarını yayınladıktan sonra da "bu kişilere kötü bir şey yapın" demiyor. Ama sizin din değiştirmenizin hiç kimseyi ilgilendirmediği gibi bir merkezi gerçek var demokraside. Ama bu dergi böylesine bir şey yapıyor. O yüzden bu hedef göstermeler yalnızca belirli bir yerden değil, giderek daha da yaygın bir şekilde oluyor.


»Adalet perspektifinden bakarsak, devlet şiddete taraf mı oluyor sizce?
Devletin özellikle pasif kaldığı, yapması gerekeni yapmadığı durumlarda taraf olması söz konusu. Bir devlet ve devlet yanlıları var, bir de devlet karşıtları var. Devlet karşıtlarına nasıl davranılacağı da belli. Hrant Dink"e ilişkin şu an YouTube sitesindeki videolarda da Hrant Dink"in bir devlet düşmanı olduğu söyleniyor ve "siz devlet yanlısı bir insan olarak bu kişiye karşı olmak zorundasınız ve gerekirse bu kişiyi yok etmek zorundasınız" gibi bir mesaj yükleniyor. Sözünü ettiğiniz askerin o hareketi yapması bu anlamda hiç şaşırtıcı değil. Adaletin, polisin ve bakanlığın yansız olmak zorunda olduğunu şu an Türkiye"de yeniden vurgulamak gerekiyor.


»Bu saldırılar ve görüntülerle linç meşrulaştırılıyor mu?
Şu an gidişat bu. Linç özellikle meşrudur denmiyor ama yapılan şey özellikle hukukun dışındaki çözümlerin, yani birilerinin kendi hukuklarını işletmeye kalkmasının giderek daha yaygınlaşması, bunun hiçbir engelle karşılaşmaması ve sonuçta bir şeyler yapılmadığı için meşrulaştırma yaşanıyor yaşanıyor.


DEGIRMENCIOGLU: Sivas katliamı bir dönüm noktasıdır
» Sivas Katliamı yaşanan tahammülsüzlüklerin dönüm noktası mı?
Bu televizyondan naklen yayınlanan bir katliamdır. Televizyondan naklen yayınlanan ve üzerinde hiçbir şeyin yapılmadığı bir kadiam olarak düşünürseniz -anımsarsanız o zamanlar sosyal demokrat bir parti de iktidardaydı- bunun bıraktığı iz korkunç bir iz. Bir de bu işe delikanlılık raconundan bakmak gerek. Delikanlılık raconunda sonradan hangi süreyle ceza yediğiniz önemli değildir. Önemli olan yamuk yapanı yamultmaktır. Sivas Kadiam"ı bu açıdan çok önemlidir. Çünkü katliam davası sonucunda mahkûmiyetier çıksa da, olan olmuştur. Şu an örneğin Öğün Samast adaletin karşısında bir sanık olarak, cezasını çekmesi gereken bir kişi olarak da görülebilir ama çoğu gözden öyle görülmüyor. Şu an görülen, yani verilmek istenen izlenim; onun delikanlı bir kahraman olduğu ve birilerine ceza verdiği ve onun gibi daha nice "delikanlı kahramanın" Türkiye"de var olduğu... Meselenin ne kadar yanan bir mesele olduğunu, gazetelerin ve şu an güçlü konumda olanların fark etmediğini düşünüyorum. Çünkü "nasılsa biz çoğunluktanız, bizim başımıza gelmez" diye düşünüyorlar. Ama linçin hangi zamanda, kime nasıl varacağı pek belli olmaz. O yüzden bu mesele herkesin meselesi. Türkiye"de linç ve bu tahammülsüzlük var olduğu sürece herkes tehlike altındadır.


DEĞİRMENCİOĞLU: Hukuk ve adalet belirli kişiler için var
»Kağıthane"de oruç tutmadıkları ve sigara içtikleri için iki kişi dayak yedi. Ve bunu Zaman gazetesi farklı bir şekilde yansıttı...
Bu Türkiye"de uzun süredir yaşanan bir sıkıntı. Ve bu sıkıntı konusunun bir adım gerisine gidersek, Sivas Katliamı"na bakarsak, Sivas Katliamı ertesinde İslamcı basın Sivas Katliamı"nın üzerine giderek bunun kabul edilemez bir şey olduğunu söylememiştir. Burada ciddi bir yanlılık söz konusu. "Eğer bir katliam varsa ve bu katliam Filistin"de olursa biz bunu lanetleriz ama bu katliam Türkiye"de olursa sessiz kalırız hatta sessiz kalarak sanki meşruymuş gibi gösterebiliriz". Aynı şey Ramazan ve oruç için geçerli. Herhangi bir kişiye yapılan dini baskıyı büyük bir sorun olarak ele alan ve bunun bir zulüm olarak olduğunu söyleyen insanlar, oruç tutmadığı için baskı altına giren kişiler hakkında hiçbir şey söylememekteler. Böyle şeyler söylendiğinde de siz ne onların makul olabileceklerini ne onların yansız olabileceklerini kabul edebilirsiniz, ne de bir süre sonra onlara karşı siz yansız olmak


isteyebileceksiniz. Hukukun ve adaletin sanki yalnızca belirli kişiler için var olması gibi bir durum ortaya çıkıyor. Oysa hukuk ve adalet herkes için geçerli. Eğer Zaman gazetesinde yazılanları bu şekilde incelerseniz çok ciddi bir yanlılık bulursunuz. Aynı gazetede, "Dink"i vurmadan önce esrar içmiş" başlığı da var. Sistemin arkasına baktığınızda, çok da adalete önem vermeyen bir zihniyet var. "Uygun kişilere adalet var, uygun olmayan kişilere adalet yok" yaklaşımı bu yaklaşım.


* * *
HALUK ŞAHİN (Gazeteci-Yazar)
Faşizm felaketi

Tek çare demokrasi içinde eğitim yoluyla özgür düşünceli ve hoşgörülü birey sayısını artırmak ve mümkünse toplumda egemen hale gelmelerini sağlamak. Ötekiler egemen olursa ortaya ne çıktığını biliyoruz: Faşizm felaketi!
İNSAN insan karmaşık yaratık. Biyolojik varlığının üzerine kültür giysisini giyince farklı görünüşler kazanıyor. "Uygar"laşıyor. Bu onun biyolojik özünü tam olarak aştığı ya da antropolojik olarak önceki bir takım aşamaları tamamen geride bıraktığı anlamına gelmiyor. Bir bakıyorsunuz "alan koruma" güdüsü ya da kendisine benzemeyenleri düşman sayma eğilimi sanki diğer aşamalar hiç yaşanmamış gibi ön plana çıkıyor. Örneklerini dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi yurdumuzda da yaşıyoruz. Tabii kültürün içinde bir takım kesimlerin bir takım çıkarlar nedeniyle bu türden davranışları ödüllendirmesi ile olay bir çeşit meşruiyet de kazanabiliyor. Tek çare demokrasi içinde eğitim yoluyla özgür düşünceli ve hoşgörülü birey sayısını arttırmak ve mümkünse toplumda egemen hale gelmelerini sağlamak. Ötekiler egemen olursa ortaya ne çıktığını biliyoruz: Faşizm felaketi!


* * *
MURAT PAKER
(Yrd. Doç. Dr. Klinik Psikolog, Psikoterapist İstanbul Bilgi Üniversitesi Klinik Psikoloji Yüksek Lisans Programı Direktörü)
Öteki korkusu...
»Aslında Türkiye pek çok tahammülsüzlük olayı yaşadı. Maraş olaylarından Çorum kadi-amına ve Sivas Katliamı"na kadar... Son olarak Kağıthane"de Ramazan ayında sigara içen iki gencin dövülmesi kendinden olmayana tahammülsüzlüğün boyutunu gösteriyor. Toplumda "öteki" kavramını nasıl açıklarsınız?
Sanırım bu sorunun cevabı kısmen soruda gizli. "Kendinden olmayan" dediğimizde benden/bizden başka birilerini, diğer deyişle "öte-ki"ni kastediyoruz. Benim dışımdaki herkes benim için ötekidir. "Biz" diye gördüğüm toplumsal gruplar varsa bu grupların dışındaki gruplar bizim grup için ötekidir. Yani bireysel düzeyde de toplumsal düzeyde de "öteki" hep vardır, var olacaktır. Mesele, ötekinin varlığı değil, ben/biz olarak tanımladığımız şeyle öteki arasındaki sınırların ne kadar katı veya geçişken olduğunda yatıyor. Eğer ben/biz katı/otoriter bir şekilde kurulmuşsa, özgüven yoksunluğu yaşıyorsa, öteki saydıklarıyla arasında hiç bir ortak insani zemin var saymıyorsa, kendi içindeki öteki konumlarının ya da potansiyellerinin farkında değilse ya da onları inkâr etme ihtiya-cındaysa, öteki, yani benden/bizden farklı olan, beni/bizi de etkileşim içinde geliştirebilecek bir zenginlik olarak görülmez, onun yerine derinden derine teğelleri zar zor tuttuğu sezinlenen beni/bizi bozacak bir tehdit unsuru olarak görülür. Bu durumda en hafif tepki öteki sayılanla hiç bir anlamlı ilişki kurmamak, onu merak etmemek, ondan ayrı ve uzak durmaktır. Daha ağır bir tepki, ötekini kendimize benzetmeye çalışmak, farklılıklarını inkar etmek, asimile etmeye çalışmaktır. En ağır tepki ise ötekini "tehlikeli düşman" olarak kodlayıp saldırgan-laşarak yok etmeye çalışmaktır. Bu tepkilerin hepsi en genel anlamıyla zenofobik eksende yer alırlar. Tehdit algısı ve buna yönelik tepki dozu ağırlaştıkça psikolojik/sembolik şiddetten açık/fiziksel şiddete doğru bir geçiş görülür. Zenofobiyi genel anlamda "öteki korkusu" diye tanımlarsak, Türkiye"de her rengiyle bol miktarda bulunduğunu ve biraz önce bahsettiğim değişik tepki türlerinin hepsiyle her gün karşılaştığımızı, sosyo-politik hayatımızın bu anlamda zenofobik bir cendere içinde eyleştiği-ni söyleyebilirim. Egemen konumların, bir tehdit olarak algılayıp tahakküm altında tutmak istediği, bunu beceremediğini hissettiği durumlarda da daha açıktan şiddet uyguladıkları çok sayıda mağdur konumu var Türkiye"de. Hepsi kağıt üstünde bu ülkenin eşit yurttaşları olarak kabul ediliyormuş gibi yapılmalarına rağmen, egemen burjuva konumundan emekçilere/yoksullara, egemen Türk konumundan Türk olmadığını ifade edenlere, egemen Sünni İslam konumundan sünni müslüman olmayanlara, egemen İslam konumundan gayrimüslimlere, egemen erkek konumundan kadınlara, egemen ebeveyn konumundan çocuklara, egemen hete-roseksüel konumdan eşcinsellere, egemen insan konumundan hayvanlara ve çevreye yönelik açık ya da örtük ayrımcılıklar ve taciz/şiddet gösterileri gündelik hayatımızın maalesef vazgeçilmez bir parçası olmayı sürdürüyor.


Tahammül meselesi üzerine bunları söyledikten sonra şunu da eklemem gerek: Tahammül tabii ki sınırsız bir şey olamaz. Tahammül sınırlarının nereden çekileceği politik ve kültürel bir mücadele konusudur. Varoluşları öteki korkusundan beslenenler, sınırı net ve katı olarak ben/biz ile öteki arasından geçiriyorlar ve ötekine tahammül etmiyorlar. Bunun alternatifi, bu sınırı tahakküm ve sömürü peşinde koşanlarla koşmayanlar arasından geçirmek ve tahammülden saygıya geçişi zorlamaktır. Çünkü tahammül, çok önemli olsa da eninde sonunda kırılgandır, farklı olana yönelik içselleş-tirilmiş bir saygıyı kapsamaz.


»Tabii ki tahammülsüzlüğün boyutu linçe kadar vardı...
Linç, bu değindiğim tepki spektrumunun en uç noktası. Aşırı tehdit algısı, yoğun düşmanlaş-tırma, linç ve benzeri yok etme eylemleriyle sonuçlanabiliyor. Linç, evet, uç bir nokta ama yine de bu tepki spektrumunun bir parçası ve genel sosyo-politik iklimin bir sonucu. Sadece bir kaç "kendini bilmez"in istisnai marifeti değil. "Kendini bilmez" insanlar her zaman her yerde olabilir, marifet sosyo-politik yapının, toplumun "kendini bilmez" insanları "kendilerini bilir" hale getirebilmesi, "kendini bilmezliğe" prim vermemesidir. Bu konudaki son örnek geçen pazartesi günü Hrant Dink suikastı sanıklarının yargılandığı davada yaşandı. Sanıkları getiren resmi cezaevi aracının önüne bir takım "kendini bilmezler," öteki korkusunu ve bundan kaynaklanan saldırganlığı en iyi özetleyen sloganı, "ya sev ya terk et"i bir etiket olarak yapıştırmışlardı. Basın fark edince skandal oldu. Çok manidar bir skandaldir bu. Bu küçük gibi görünen olayda aslında Türkiye Devleti"nin hali çok iyi özetlenmektedir. Birileri Hrant Dink"i katletmiş ve yargılanırken, bu devletin Adalet Bakanlığı"na bağlı resmi cezaevi aracına böyle bir etiket yapıştırılabilmektedir. Küstahlığın, meydan okumanın, pervasızlığın düzeyini görüyoruz burada. Kimin eli kimin cebinde bellidir. Daha önce de benzer sayısız örnek yaşanmıştır. Katili kahraman sayabilen, linçci kalabalıkları "milliyetçi hassasiyet sahibi vatandaşlar" olarak değerlendiren, suça suç diyemeyen çok sayıda üst düzey devlet memurunun olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Demokratik kültürü ve kurumları yerleşmiş başka bir ülkede, böylesine hassas ve önemli bir davada bu tür etiket skandali yaşansa, sorumlular (sadece etiketi oraya yapıştıranlar değil, o cezaevi aracının bakımından, denetiminden sorumlu olan "ihmalkar" görevliler bir kaç kademe halinde) anında cezalandırılır ve iş Adalet Bakanı"nın mane-vi/etik sorululuğu nedeniyle istifasına dek uzanabilirdi. Burada ise bildik bir "soruşturma açacağız" kuruluğu dışında bir açıklama duyamadık. Bu tür olaylar ve sonrasında devletin yaptıkları ve yapmadıkları önemli birer mesajdır. Ve şimdiye kadar bu mesajlar ne yazık ki hep katilleri, linçcileri, katil ve linçci adaylarını, ırkçıları ve genel olarak öteki korkusundan beslenenleri cesaretlendirmiştir, en azından caydırıcı bir nitelik taşımamıştır.


»Sizce bu süreç ne zaman başladı? Geçmişle kıyas yaparsanız şayet şiddet eylemlerinin arttığını söyleyebilir misiniz?
Şimdi bir kere bu şiddeti de içeren ötekine tahammülsüzlük/saygısızlık damarı Türkiye için hiç de yeni bir damar değil. Öteden beri şu ya da bu düzeyde ve formda varolan şişkin bir damar söz konusu olan. Yeni olan, muhtemelen, modernleşme, kentleşme, neoliberalleşme ve AB sürecinde çok kısmi de olsa bir miktar demokratikleşme gibi süreçler sonucunda devlet ve toplum düzeyinde geleneksel iktidar alışkanlıklarının değişime zorlanması ve bu geleneksel yapıların yerine konacak kurumsal ve kültürel mekanizmaların henüz pek devreye girememiş oluşuna bağlı olarak savunmacı bir şiddet artışı. Kadınlara yönelik şiddetten örnek vereyim: Türkiye"de eskiden beri kadına yönelik şiddet yaygındı. Kocalar karılarını döverdi, namus cinayetleri işlenirdi, vb. Şimdi yeni olan ise eskiye göre bu tür muamelelere karşı çıkan, sesini yükselten, boşanmak isteyen, erkek sözüne illa da itaat etmeyen kadınların giderek fazlalaşması. Koca zulmüne eskiye göre daha çok "hayır" diyor kadınlar. Başka bir yenilik de, mesela, dayak atan kocanın evden uzaklaştırılmasına imkan tanıyan yasal düzenlemeler yapıldı. Bütün bunlar sınırlı da olsa gayet olumlu gelişmeler, ancak kültürel ve kurumsal değişiklikleri somut durumlarda kadınların güvenliğini ön planda tutup taşıyacak mikro mekanizmalar ve bu değişikliklere uyum sağlayabilecek bir resmi görevli profili henüz yok. O yüzden kadınlar evet daha bilinçli, dayağa daha çok "hayır" diyor, hatta yeni yasal düzenlemelere dayanarak daha çok şikâyette bulunuyor, ama çoğu durumda gerek ekonomik, gerekse de mekanizma ve personel zihniyeti yetersizlikleri nedeniyle bu şikayetçi olan kadınların güvenliği sağlanamıyor ve saldırganlık dozu iyice yükselmiş koca tekrar devreye girebiliyor ve gazetelerde kocaları tarafından katledilmiş kadın haberlerini daha çok okumaya başlıyoruz. Benzer bir durum, başka "öteki" kategorileri için de söz konusu. Örneğin Kürtler, Ermeniler eskiye göre daha çok ses çıkardıklarında, geleneksel iktidar şemasında kendilerine biçilen konumları sorgulamaya başladıklarında ve belli hak taleplerinde bulunduklarında onlara yönelik sembolik ve açıktan şiddetin arttığına tanık oluyoruz.


* * *
PROF. DR. MELEK GÖREGENLİ
(Ege Üniversitesi)
Siyasetin yerini korku aldı
Muhafazakârlık hatta daha da açık söylersek faşizm, dünyayı ak ve kara olarak algılamakla başlar ve biz ve biz olmayan arasındaki ayrımları giderek keskinleştirip güçlenir. Böyle bir zihinsel-ideolojik iklim yaratıldığında artık herkes kendi küçük ya da büyük dünyasında, "köşe"sinde, ekranında tehlikeye işaret eder


TOPLUMLAR bir ya da birkaç gerçek ya da kurgusal benzerlik, özellik etrafında oluşmuş grupların, başta sınıfsal hiyerarşi olmak üzere, farklı hiyerarşiler boyunca dizilmesi biçiminde örgütlendiğinde ve iktidar her düzeyde "kendinden olmayan" üzerinde tahakküm biçiminde, sadece resmi otoriteler değil tek tek hepimiz eliyle hayata geçirildiğinde hatta hayatın kendisi bundan ibaret hale geldiğinde, insanlığın varabileceği ideal birlikte yaşama durumu "birbirimize tahammül etmek" oluyor ve biz bunu bile beceremeyen bir toplumuz. Kendinden olmayana yönelik önyargıların üretilmesinde, açık ya da sembolik her türden ayrımcılığın oluşmasında ve şiddete başvurmada, kendinden olmayan"ın tehditkar algılanması, süreci hem hızlandırıyor hem de meşrulaştırıyor. "Diğerleri"nin, ortak insanlık alanımızda var olabilmeleri için gereken "asgari kabul edilebilme nitelikleri"ni belirleme gücüne sahip olanlar, bir biçimde etiketleme, sınıflandırma, bizi bize benzetme gücüne sahip olanlar, bir tür iktidarda olanlar, farklı bağlamlarda "kendimizden olan"ı tarif ediyor.


Esas olarak 301. maddenin tarif ettiği "Türklerin yaptıklarından yakınmanın" nın azami sınırlarıyla, oruç tutanların çoğunlukta olduğu ve oruç tutmayanları "kendilerinden" tarif etmedikleri bir yerde kamusal alanda nasıl davranı-labileceğinin ölçütleri ya da üniversiteye girebilmek için gereken ortalama Cumhuriyet kadınının görünüşünün asgari standartları, farklı düzlemlerde ve mercilerce ama aynı hegemonya biçimleriyle belirleniyor. Hegemonyanın, içerikleri farklı gibi görünen kaynakları kutup-laştığında, açık ya da gizli iktidar mücadeleleri keskinleştiğinde, şiddet her düzeyde daha da etkili olmaya başlıyor, sağdan ve soldan beslenen muhafazakârlık giderek güçleniyor. Çünkü muhafazakârlık hatta daha da açık söylersek faşizm, dünyayı ak ve kara olarak algılamakla başlar ve biz ve biz olmayan arasındaki ayrımları giderek keskinleştirerek güçlenir. Böyle bir zihinsel-ideolojik iklim yaratıldığında artık herkes kendi küçük ya da büyük dünyasında, "köşe"sinde, ekranında tehlikeye işaret eder. Böyle bir dünya kurulduğunda artık kimin kime nasıl bir şiddet uygulayacağı ya da şiddeti nasıl örgütieyip meşrulaştıracağı kontrol edilemez, bazen de "kontrolsüzlük" iktidarlarca arzulanır hale gelir. Yapay, sınıfsal doğasından uzaklaştırılmış karşıtlıklar etrafında kutuplaş-tırı-an toplum, siyasal iradesini giderek kaybeder ve bu da verili sistemin sonucu olan açık ya da sembolik şiddetin insanların zihninde daha da meşru son kutuplaşma numaramız Malezya"ya benzemekten korkanlar ve Malezya"ya benzemekten korkmayanlar, bir de Malezya"nın iyi bir karşılaştırma objesi olmadığını düşünen so-fistikasyon düşkünleri var. Şeriat tehdidinin ve korkusunun ithal önümüze sunulan yeni biçimi de bu. Bir diğer kutuplaşma da mahalle baskısından korkanlar ve korkmayanlar. Oysa mahallelerimizi çoktan ayırmamış mıydık? Mahalle onların, baskı da onların problemi değil mi? Tıpkı, işsizlik, yoksulluk, suç, birbirini ya da "kendinden" olmayan olarak işaret edileni yok etmeye dönük şiddet, töre, gelenek, pek çok şey gibi. İşçi sınıfı, yoksullar, "Batı" dışındakiler, daha kimler çoktan bizim kollektif ahlaki topluluğumuzdan olabildiğince uzağa fırlatılmamışlar mıydı? Malezya ve mahalle korkusuyla uykularımız kaçarken, anayasa, ücretlerimiz, hâlâ birbirimizi öldüren mahalleliler, köylüler, şehirliler unutulduğu gibi, bu arada Dünya Çocuk Günü geldi geçti. O mahallelerin çocuklarına aynen Ortaçağ"daki gibi, çocukluk diye bir kavramın olmadığı, çocuklardan, yetişkinlerden beklenen her şeyin beklendiği ve yetişkinlerin maruz kaldığı her kötülüğe boyun eğmelerinin doğal ve meşru karşılandığı, insanlığın en karanlık çağlarındaki gibi davrandığımız gerçeğiyle yine yüzleşmedik. Hrant Dink Davası sanıklarının mahkemeye getirildiği cezaevi aracına yapıştırılmış olan "ya sev ya terket" çıkartmasının kitlesel bir korkudan vazgeçtim utanca neden olduğunu gören oldu mu? Bundan sorumlu olanların, cezaevlerindeki, bu vatanın bu halini sevmeyip de terk etmeyenlere yapabilecekleri muameleden endişe duyanların çığlıklarını duyanımız var mı? Malezya"ya ütopik bir korku parkı gibi, tıpkı bir zamanlar kendi memleketimizin doğusuna güneydoğusuna yaptığımız seyahatlerle anlamaya çalıştığımız gibi "turistik" bir gözle bakıp ya da bakanları dinleyip, tehdidin varlığını ya da yokluğunu deneysel olarak kanıtladık ve korkularımızı sahicileştirdik. Konformite (uyma), insanların, düşünce ya da davranışsal düzeydeki kendi pozisyonlarını, grubun doğrultusunda değiştirmesidir ve en az elli yıldır sosyal bilimcilerin üzerine kafa yorduğu bir kavramdır.


Kuşkusuz, bireyin, gruplarla ilişkisini zayıflatan her türden bireysel ve sosyal statü ve değişim (eğitim, kentleşme vb.) konformiteyi azaltır. Totaliter sistemlerde, devlet propagandası ve her türden hegomonik söylem gerçekliğe ilişkin tek bir bakış açısı sağlar ve alternatif, yenilikçi, muhalif söz"ün üretimi ve yaygınlaşması açık ya da örtük yollarla engellenir ve bu sos-yal-siyasal bağlam, insanların sistemin sunduğu gerçekliği sorgulamasını imkansız hale getirir. Söylemek istediğim asıl korkulacak olanın mahallenin kendisi ya da mahallede olması muhtemel olanlar değil, siyasetin yerini korkunun almasıdır. Korkudan türeyecek olan sadece geri çekilme ya da saldırı, sonuç olarak kendine ya da diğerine yönelecek şiddettir ama asla daha iyi bir dünyanın bilgisi değil. Birbirimize tahammül etmekten biraz daha ileri bir insanlık durumu olarak, tek tek ve farklı gruplar olarak birbirimizi anlamayı, empati duyabilmeyi ve yasadan eşit olarak yararlanmayı ısrarla talep etmeyi deneyebiliriz; sanırım mahalleler arasında bunca mesafe varken şimdilik yapabileceğimizin en iyisi bu. Farklılıklarımızdan korkmadan ve kimsenin kimseye benzemeye çalışmadan, buna zorlanmadan hayatta kalmasının mümkün olduğu fikrinden uzaklaşmadan. Adorno"nun, gemi azıya almış sanayi kapitalizminin icadı olarak tarif ettiği gibi bir demokrasi değilse istediğimiz: "Bu potanın içine atlama düşüncesi demokrasiyi değil kurban törenlerini çağrıştırıyor."


* * *