Katliamlar ülkesi

EREN AYSAN*

Bugün katliamlar ülkesinden sesleniyorum size. Bir sene içinde kaybettiğimiz canlarımızın acısıyla savrulurken, bir yandan da patlayan bombaların arasında yakınlarımızı arama telaşıyla oradan oraya koşturuyor, yüzü toprağa düşen insanlarımızın fotoğraflarına gözyaşlarıyla bakıyoruz. Bu coğrafyada yıllardır ekile biçile büyüyen, zehirli bir bitki gibi önüne geleni çürüten siyasal İslam'ın zaferi birilerine kutlu olsun. Ama son sözü babam Behçet Aysan’ın “yarın diye bir şey var” dizeleriyle biz söyleyeceğiz!

Yirmi yıl kadar önce öğrenmiştim: Sıvas’lılar gurbette karşılaştıklarında birbirine soruyorlarmış: “Yakanlardan mısın? Yananlardan mı?” Oysa 2 Temmuz 93’ten bu yana ben yanıyorum, yüreğimde bir korla. Çok mu? Kolay değil, tam yirmi üç yıl. Bir cinayetin, katliamın zihinlerde “eskimesi”ne yetecek kadar uzun bir zaman. Peki bir ailenin yaşamı, eşini, kardeşini, babasını öldürenlerin ortaya çıkarılmasını istemekle mi geçer? Bunu ummakla, bir parça da olsa ümit etmekle mi geçer? Bu yolda devlet katında, hukuk katında derin ve uzun bir mücadeleyle mi geçer? Ah be… Geçermiş dostlar! Daha da fazlası varmış üstelik. Bu memlekette siyasilerin ve devlet yönetiminde yetkili mercilerde bulunanların sürekli olarak “şaka” yaptığını düşünerek akıl sağlığımı koruyabilirim. Peki ya vicdanımı? Haysiyet denilen, her defasında bana tırnaklarımı yedirten o değerli duyguyu ne yapayım? Toprağa mı gömeyim? Uçurumdan mı atayım? Denize mi salayım? Söyleyin, ne yapayım? Neden, bu ülkede “haysiyet” sözcüğü hep sistemli bir mazoşizm pratiğine dönüşür? Neden büyük devlet adamlarının uzaylıların bile şaşkınlıktan küçük dilini yutacağı açıklamaları karşısında, hep utanan taraf biz oluruz? Neden bir katliam, katillerle mağdurları yan yana getirilerek küçültülmek, aşağılanmak, hatta yok sayılmak istenir? Neden “öldürülenler masum muydu acaba?” yargısı sürekli olarak inceden inceye işlenir? Dahası kimi yayın organlarında, kanıtı olmayan kimi haberler tezgâh altından yayılmaya çalışılır? Sivas Davası'nda zamanaşımını temyiz ettiğimiz Anayasa Mahkemesi’nde hakimlerden birinin sanık avukatı olması size ne düşündürür? Süreçte iktidar partisinin içinde palazlanan kimi isimlerin bu davanın avukatlığını üstlenmiş olmaları ne hissettirir? Ya da iki gün önce görülen Sıvas davasında yıllardır aranan katillerden birinin adresi avukatımızın bürosu olarak gösteriliyorsa yüreğiniz nasıl atar? Tarifi var mıdır bu elinizi kalbinize attığınızda duyduğunuz boşluğun?

Hayatım boyunca şair ve bir bilim adamı olan babam Behçet Aysan’ın yaşamında salık verdiği değerlere sadık kalmaya çaba gösterdim. Bilenmedim. Öfkelenmemeye, tersine anlamaya çalıştım. Hınçla büyümedim. O meşum günde bile katilden nefret edemedim. Çünkü ayaklanmaya kalkan cehaletin neler yapabileceğini görmek, anlamak, bu sağduyuyla yaşamak zorundaydım. Düşmanım otel yakanlar değil, onları bu duyguya sürükleyen anlayış ve cehaletti.

Linç kültürünün doğu toplumlarında nereye kadar uzanabileceğini görmezden hiçbir zaman gelemedim. Hindistan’da elli adamın saldırdığı, tecavüz ettiği, sonra ölüsünü bir ağaca astığı on üçünde, on dördünde genç kızları hatırlar mısınız? O kızlara “namussuz” diye saldıranların sizce duygusu nedir? Kendi ülkesinde, şairini, yazarını, ozanını, semah dönen genç kızlarını, delikanlılarını yakan zihniyetin duygusu nedir? İşte o yüzden “yakanlardan mısınız? sorusunu hiç anlamadım. Bu sorunun açıkça hemen yanı başımızda kafa kol kesip, kalbini çıkartıp fotoğraf çektiren, ciğer yiyen insanların bakışından ne farkı var? Siz söyleyin!

Kötü ölüm babamın kapısını çaldığında henüz kırk dört yaşındaydı. O zamanlar kocaman bir gözlük, uçak büyüklüğünde bir gazete ya da Therodorakis’in içli şarkıları gibi dev görünürdü bana. Ne kadar gençmiş oysa.

katliamlar-ulkesi-155845-1.

2 Temmuz saat 11.00 suları… Telefon çaldı. Babam Sivas’tan aradı, sesinde tuhaf bir tedirginlik: “Daha fazla kalmak istemiyorum, geleceğim”. Hiç hevesli değildi zaten gitmeye. Akşam televizyonda “Sivas’ta Olaylar” başlığı. Önce “Yirmi iki yaralı var” dendi. Babamın hemen geleceğini düşündüm. Saat on haberlerinden sonra, alt yazılar geçmeye başladı.

Bir bahçeye gittik annemle. Çok gördüğüm, babamla annemin hep götürdüğü, bir yere. Boşuna geliyordu bana yaşadıklarımız. Babam ölmezdi ki! Peki niye tanıdığım yüzlerde hep gözyaşı vardı? Babamın bir arkadaşı sarıldı bana, “Merak etme Behçet’e bir şey olmaz!” dedi. Önce babamın muayenehanesine gittik. Televizyonda İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu’nun açıklaması: “Ölenlerden ilk sekiz kişinin kimlik tespiti yapıldı, isimlerini sayayım.” Behçet Sefa Aysan dördüncü isim. Babam öğlen doktor arkadaşlarının yanına uğramış, kimlik tespitini de, ne yazık ki onlar yapmışlar! Sessizlik deldi geçti bedenimi, hiçbir kıpırtı hatırlamıyorum. Spiker, “Sayın bakanım, ölenler arasında Behçet Aysan gibi yazarlarımız, sanatçılarımız var mı?” diye soruyor, Bakan birkaç dakikalık susuştan sonra “Evet” yanıtını veriyor. Ben daha çok korkuyorum. Sonra adımdan bir fazlasını hatırlamıyorum, annem beni eve götürmüş olmalı. Sabaha kadar mavi odamda bekledim, babamı. Gelecek ve ben afacan bir mutlulukla koşacağım yanına. Hem niye ölsün ki! Oysa deneyimmiş bizi olgunlaştıran. Ölümün bile deneyimi… Gazetelerdeki “deneyimli overlokçu, ya da ütücü aranıyor” ilanlarının bile sırrı bir tek kelimede bütünleşiyormuş. İçinde bilgiyi saklı tutan yaşam. O öyle bir erekmiş ki içinde bütün ayrıntıları barındıran. Kapsayıcılığı kelimenin basitliğinden uçsuz bucaksızlığından fazlaymış.

Ertesi gün anneme bir bardak çay uzattım. Gördüm gözünde yaş yerine kan var. Büyüdü gözündeki kan pıhtısı. Günlerce, aylarca gitmedi. Her gün kendini battaniyelerin altında sakladı. Bir kedi gibi incelikle mırıldanarak girdi odadan, çıktı odalardan. Bir gün ayağa da kalkamaz oldu, ağrıdan acıdan duramaz. Anladık ki, her konulan teşhis, “verilecek hesabı kalmamışlara” değilmiş. Defalarca ameliyat masasına götürdüler annemi. O gideceği yeri bilerek ince bir çizgi gibi gülümsedi. Ölümünden bir gün önce saatlerce konuştuk.

-Kendini niye bu hale getirdin anne?

İkimiz de biliyorduk artık geriye dönüşün olmadığını. Gittiği yolun çıkmaz bir sokakla birleştiğini daha önce bilseydi, kendini korur muydu, sanmıyorum.

-Babamı çok mu sevdin anne?

-Sen olsaydın sen de severdin, dedi olanca mahcupluğuyla, sarıldım ona. Kara gözlerine baktım, kaşlarına. Son konuşmalarımızdı bunlar.

Annemi bir kefen içinde gördüğümde de yaz başıydı, babama yakın bir mezar bulduk ona. Şimdi sanki bir pencereden babama bakıyormuş da en azından onu gördüğü için iyiymiş gibi geliyor bana.

Benim için yaşam artık, annemin ağzından çıkan son sözcüklerde saklı. Sivas’ın anlamını soruyor kimileri. İşte diyorum Sivas bir aile hikâyesinde gizli… Sanki çok uzak bir geçmişte kalmış, hiç yaşanmamış bir aile hikâyesinde.

Biri kırk üç, biri kırk dokuz yaşında ölen iki insandan kalanlardır bunlar. Bir romanda okunsa “Türk Filmi” gibi sulusepken, akıl başa gelince de bizim ülkemizde olası bir kurgusu var denebilir pekala. Peki şimdi soracağım soruyu siz de hissedebiliyor musunuz? “Biz bu ülkeye, bütün bunları hak edecek ne yaptık?” Yanıtlayacak tek bir sözcük bile bulamıyorum, bundan sonra da kendim için de hiçbir şey istemiyorum. Bu ülke daha çok erken ölümlere gebe. Tek bildiğim bu. Kalbimde seksenlerin unutulmaz ikliminin derin yansısı da, boşaltılan köyler de, ölümler de, Dicle’nin bir anda utanması da var, hep var. Üstelim babamın yeni yeni kardeşleri de gökyüzündeler şimdi. Taksim Gezi Parkı protestoları ile başlayan, ülke çapında demokrasi ve özgürlük çağrısına dönüşen gösterilere devletin kolluk kuvvetleri tarafından yapılan ölçüsüz ve orantısız güç kullanımı neticesinde gencecik yüzler artık genç dostları.

Üstüne üstlük, söz konusu cinayetler, daha önceki öldürümlerdeki hukuksuzluklardan farklı değil… Onlarda da -en azından şimdiye kadar- yapılan soruşturmaların ciddiyetten uzak olduğu, failleri belirleme konusunda ilgili makamların görevlerini gereği gibi yerine getirmedikleri de ortada… Bu ülkenin bir mağduru olarak söyleyeyim, ben bu katili yahut katilleri daha önce de gördüm. Çok açık ki, aynı katil, Uğur Mumcu’yu, Musa Anter’i, İlhan Erdost’u, Hasan Ocak’ı, Yusuf Ekinci’yi ve Metin Göktepe’yi de aramızdan aldı. Abdi İpekçi cinayetinin failini ödüllendiren, Zeki Tekiner’in katillerini salıveren de aynı katil…. Sabahattin Ali, Orhan Yavuz, Necdet Bulut, Akın Özdemir, Cevat Yurdakul, Cavit Orhan Tütengil, Ümit Kaftancıoğlu, Sevinç Özgüner, Çetin Emeç, Turhan Dursun, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Onat Kutlar, Tahir Elçi ve daha niceleri… Artık sayıları binlerle ifade ediliyor…

On yedi bin beş yüz faili meçhulün olduğu bir ülkede, gerçekten de bastığımız toprakların altından her gün kan fışkırıyor. Biz ise o katilleri görmeye devam ediyoruz. Belli ki bugün gibi yarın da onlarla yaşayacağız da en azından yitirdiklerimizin bedeni bizimle olsun! O yüzden bugün babasını siyasi cinayette kaybetmiş bir evlat olarak başka bir aile yerine soruyorum: Hurşit Külter nerede?

Çığlığım sizin olsun.

*Madımak Katliamı’nda yaşamını yitiren Behçet Aysan’ın kızı