Duraktaki otobüs ve insan kalabalığı denizi perdelemişti, Deniz Müzesi’ne doğru yürüdü. Rıhtım karanlıktı. Boğaz, solgun ışıklarıyla simli kış gecesi kartpostallarına benziyordu

Kayıp Sakal

Ömer Arslan

Kedi şubat ortasında çığlık çığlığaydı. Cemre, eve hapsederek doğasına aykırı bir iş yaptıklarını savunsa da esas mesele hayvanın gırtlağından sökülen feryadın dayanılmaz hâle gelmesiydi. Geceler sonra, çiftleşme çağrısının nağmeleri, aralıksız, kuru bir inlemeye dönmüştü. Cemre’nin canına tak etmiş, uyurgezer bir halde pencereyi açmıştı. Sabah ayakları üşümüş halde uyandığında geceden yalnızca kömür kokusunu hatırlıyordu.

Ev arkadaşı Nurgül, pencereyi açık bulunca evin içinde kediyi aramaya gerek duymadı. Pencereden aşağı, alt katın denizliğinde, zemindeki dükkânın tentesinde pati izlerini görür gibi oldu. “Daha ona bir isim bile vermemiştim,” diye düşündü. Sanki kedinin gidişinin asıl nedeni buymuş gibi hayıflanmıştı.

Cemre hiç önemsemedi, Nurgül’ün üzüntüsüne anlam veremiyordu. Baştan beri kediye ısınamamıştı, evde bakımı zor, hareketli ve büyük bir kediydi. Sevimli de değildi, kendini bir kez olsun okşatmamıştı. Öyle, insanın yüzüne bakıp duruyordu, dakikalarca gözünü kırpmadan. Cemre başını çevirdiğinde o hâlâ bakmaya devam ediyordu.

“Nurgül bi' gelsene.”
“Ne oldu canım.”
“Bakıyor mu bana hâlâ.”
Nurgül, bir kediye, bir Cemre’ye baktı.
“Ne olmuş ki.”
“Bilmiyorum, bir tuhaf değil mi. Galiba beni sevmiyor.”

Hayvanın garip bakışları, devamlı hareket hali, salondan mutfağa, odadan banyoya umursamaz yürüyüşü, holde eşelenişi, tezgâhta yiyecek bir şeyler hazırlarlarken buzdolabının tepesinde çöreklenip olan biteni izleyişi canını sıksa da, Cemre, birkaç gün içinde evin yeni sakinine alışmıştı. Ta ki şubat ayında gelen erken bahar, kediyi çılgına çevirene kadar.
Doğası bunu gerektiriyor, benim suçum değil, diye düşündü Cemre. Biraz müzik dinleyip kafasını dağıtmak istedi ama pencereyi açık bıraktığı için Nurgül’ün kabahati onda görmesine, küsmesine takılmıştı bir kere. Arkadaşının, ders çalışıyorum, müziğin sesini kıs demek için dahi onunla konuşmamakta kararlı olduğunu anlayınca şarkıyı kapattı. Şarkı susunca evin huzursuz uğultusuyla baş başa kaldı. Kedi gidip feryadını da yanında götürdüğünden beri evdeki eşyaların sesleri yükselmişti. Saat tik-taklıyor, su ısıtıcısı homurdanıyor, kapılar gıcırdıyordu. Nurgül’ün kurşun kalem cızırtısını dahi duyuyordu Cemre. En çok da bu cızırtı canını sıkıyordu. Nurgül’ün şıkları karalayan kalemi, sanki Cemre’nin hiç ders çalışmadığı için KPSS’den yeterli puan alamadığını, atanamayıp memlekete, ailesinin yanına döneceğini bildiren bir mektup karalıyordu. Şimdi bir de sınavı, okunacak saçma sapan kitapları, çözülecek yığınla testi düşünmek istemiyordu Cemre, hava almak için dışarı çıkmaya karar verdi.

Çarşının akşam kalabalığına karışmadan, Barbaros’tan sahile inerken gözü ister istemez çöp konteynerlerinin çevresinde, kasap köşelerindeydi. Kaldırımda önüne çıkan yavru kediye eğilmiş kızın yapmacık sözlerine takıldı: “N’apıyosun sen burda, ha, n’apıyosun.”

Duraktaki otobüs ve insan kalabalığı denizi perdelemişti, Deniz Müzesi’ne doğru yürüdü. Rıhtım karanlıktı. Boğaz, solgun ışıklarıyla simli kış gecesi kartpostallarına benziyordu. Cemre saatine baktı, caddeye yöneldi ama ne yapacağına karar veremedi. Eve dönmek de dışarıda dolaşmak da birdi yapacak bir şey, konuşacak kimse olmayınca. Bir yerde oturur, kahve içerim, dergileri karıştırırım, dedi kendi kendine. Yeşil ışığı beklerken karşıdaki çöp konteynerinin yanında kediyi gördü. Yalnız başına duruyor gibiydi başta, konteynerden karton kutular çıkaran adamı takip etmeye başladı sonra. Adam çuvaldan yapılma arabasını çekerken kedi de bir iki adım gerisinde onu izliyordu. Evde bir dakika yerinde durmayan hayvanın bu denli ehlileşmesine şaşırmıştı. Adam caddenin karşısındaki konteynerlerden kartonları çıkarıp arabasına doldururken kedi usulca etrafında dolaşıyordu. Cemre sahil tarafında telefonuyla ilgilenirmiş gibi rol keserek yeniden yürümelerini bekliyordu, böyle böyle Kazancı Yokuşu’nun başına kadar onları takip etti. Adam son kartonları arabaya sığdırabilmek için çuvalın tepesine çıkıp ayaklarıyla bastırdı, araba tıka basa dolmuş, adamın hareketleri dükkânı kapama vakti gelen bir esnafınki gibi ağırlaşmıştı. Birazdan, kedi ile birlikte bir otoparkın içine girdiler. Park etmiş arabaların gerisinde bir baraka görünüyordu. Cemre, sokağın karşısındaki kahvede bir tabureye çöktü. Kediyi alıp eve götürebilse Nurgül ne sevinirdi ama. Nasıl alacaktı, nasıl konuşacaktı adamla. Yalnız başına barakaya gidemezdi.

Kahveciye anlatsa yanında gelir miydi; adama baktı, çay kazanının arkasında işinde gücünde, başka derdin mi yok ablacım ifadesi buharlar içindeki yüzünden okunuyordu. Çay parasını tabağa bırakıp çıktı. Dışarıda yürümek de açmamıştı içini. Evden hiç çıkmamış, çay bardağını mutfağa bırakmış, holden odasına yürüyormuş gibi Kazancı’dan meydana tırmandı. Dolmuş sırasına girdi. Belki dolmuşun içindeki loşluktan belki de sıkışık düzen oturmaktan Cemre’nin içi bir tuhaf oldu, yanında oturan kızın omzuna yaslanası geldi.

Olan biteni Nurgül’e anlatmak istiyordu, dinlemese de anlatacaktı. Kedinin halini söyleyince, “Ne güzel,” dedi Nurgül, renkli bir kâğıda rüzgâr gülü çizmekle meşguldü, “sevindim onun adına,” diye ekledi. Cemre, anlattıklarına tepkisiz kalmasına, hâlâ soğuk davranmasına içerledi.

“Nurgül, neden böyle yapıyorsun. Bana inanmıyor musun?”

“İnanıyorum canım, neden inanmayayım?”

Nurgül, sekiz köşeli rüzgâr gülünü bitirmişti, şimdi rüzgârların isimlerine geçmişti.

“Hadi gidelim gözlerinle gör. Bak, yarım saat sürmez. Hem kediyi merak etmiyor musun.”

“Yok. Hikâyeni bozmak istemem.”

“Gerçek ya, gel göreceksin.”

“Gerçekse hiç anlamlı değil. Kedinin mutlu olduğu, kâğıt toplayıcısının akşam iyi kötü barakasına gittiği hikâyeyi tercih ederim, fazlası inandırıcı gelmez bana.” Yeşilçam’ın iyimser karakterlerine özgü kabullenici bir gülümseyişle söyledi bunları Nurgül. Söyledikleri hoşuna gitmese de tavrı Cemre’yi güldürmüştü.

“Pis,” dedi Cemre, bir an ciddileşerek konuyu değiştirdi, “Nurgül bir daha bana küsme olur mu.”
“Olur,” dedi Nurgül, dikkati elindeki kâğıttaydı hâlâ. Cemre, kolunu çimdikleyip kâğıdı elinden aldı.
“Bu ne be,” dedi.

“Rüzgâr isimlerinin kısaltması, Kayıp Sakal, Karayel, Yıldız, Poyraz, Samyeli, Kıble, Lodos.”

“Ne saçma, kim bulmuş bunu, kitapta mı yazıyor yoksa?”

“Aman ne olacak, test kitabı işte,” dedi Nurgül, “Kayıp Sakal,” diye mırıldandı, Belgin Doruk edasıyla devam etti, “kediye vereceğim ismi buldum işte.” İki günlük suskunluk onun da canını sıkmıştı belli ki, yoksa bu kadar şakaya vurmazdı.
“Bravo hanımım,” dedi konak kâhyasının kalın sesiyle Cemre, görünmez bir hasır şapkayı sıkıca tutar gibi iki elini kucağında birleştirmişti.