Bu ne hava! Deniz kıyısında da olsam, serinleyemiyorum

Bu ne hava! Deniz kıyısında da olsam, serinleyemiyorum. Kaynar sular dökülüyor başımdan aşağı. Ama biliyorum, böyle dememin nedeni ikili; evet, gerçekte şu kavurucu sıcaklar denli de, deyimin kendisi: Çok kötü, üzücü, sıkıntı verici ya da utandırıcı olay karşısında ter basması, ürpermek…

Yaz biteceğe benzemiyor…

Rimbaud’nun dizeleri takılıyor usuma: “Güz geldi bile. Kendimizi kutsal ışığı bulmaya vermişsek, ne diye sonsuz bir güneşin özlemini duyalım?” Kısacık sürede ne yaratmışsa yaratmış ve gencecik yaşta yazmayı bıraktığında dünya şiirini derinden etkilemiş O çocuğun güneşi… En küçük bir esinti yok… Bencileyin, umut dolu ılık bir meltem beklentisi, sorun değil kıyıyı dolduran cıvıl cıvıl o mutlu azınlığa; çocukların çığlıklı sesleri yükselirken duru bulutsuz mavi gökyüzüne…

Kaynar sular dökülüyor başımdan aşağı…

İşsiz gençler ortada kol gezerken, özellikle yaz aylarında daha bir artışa geçen emek sömürüsünde küçük çocuklar köle gibi çalıştırılıyor; anaların babaların istemiyle, yasal olmayan biçimde çıkarcı işverenler yanınca…

Yine ağustos ayıydı, bunda bir beş yıl öncesi ve CHP İzmir Milletvekili Selçuk Ayhan Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’a, kamu kurum ve kuruluşlarına ait kamplardan kaç kamu çalışanının yararlandığını sormuştu. Ayhan, Meclis Başkanlığı’na sunduğu soru önergesinde, araştırmaların memurların aylıklarıyla ancak 4 gün tatil yapabildiğini ve yine nüfusun yüzde 92’sinin tatil olanağının olmadığını ortaya koyduğunu belirterek Günay’a şu soruları yöneltmişti: “AKP hükümetleri işbaşına geldiği tarihten bu yana kamu kurum ve kuruluşlarına ait kaç kamu kampı satılmıştır? Kamu kamplarından bugüne kadar kaç kamu çalışanı yararlanabilmiştir?”

Ya diğer yoksul kesimler? Onların çocukları?

İstanbul’un tepelerinden aşağıya inmemiş; değil ayağını suya sokmak, denizi görmemiş çocuklar tanıdım ben…

Galeano da anımsatıyor kendini: “Denizi hiç görmemişti. Babası, onu denizi görmeye götürdü. Güneye gittiler. Deniz, yüksek kum tepelerinin ardında uzanmış, beklemekteydi. Çocukla babası uzun bir yürüyüşten sonra kum tepelerine ulaştıklarında, deniz gözlerinin önünde patlayıverdi. Parıltısı öylesine uçsuz bucaksızdı ki bu güzellik karşısında çocuğun dili tutuldu. En sonunda, titreyerek, kekeleyerek, konuşmayı başarabildiği zaman babasına yalvardı: ‘Yardım et de göreyim!’”

İlk kez duymuş gibi bu yalvarıyı, yine nasıl da donakalıyorum…

“Buz kesilmek” deyimi ile yolları kesişiyor: kaynar suların dökülmesi başımdan aşağı…