Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti kusursuz bir ülke değildi ama hakkında yazılanları da kesinlikle hak etmiyordu. Özellikle de turistlerin gezdiği şehirlerin film seti, gördükleri insanların da oyuncu oldukları iddiasını.

KDHC’nin ‘Kopuş Davası’*
Fotoğraf: Alaz Sümer

Alaz Sümer

Otobüste yanımda oturan Kim, dikkat kesilmiş şekilde bir şeyler okurken aniden başını kaldırarak sordu: “Peki Türkiye’de ne kadar sosyalist var Alaz?” Bu konu üzerine düşünüp soruya gerçekçi şekilde yanıt vermeyi planlarken suratım asılmış olacak ki Kim, elini omzuma koyarak şöyle dedi: “Üzülme, zaten bizi geçemezdiniz. Çünkü burada herkes sosyalist.” İçimden birkaç defa tekrar ettim Kim’in söylediklerini: “Çünkü burada herkes sosyalist.” Mümkün müydü böyle bir şey? Dünya tarihinin gelmiş geçmiş sosyalist deneyimlerinde gerçekten herkes sosyalist miydi? Üç sene önceki Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti seyahatimde, rehberimiz olan Kim’in söylediği bu cümle hâlâ ara sıra aklıma gelir.

Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti ya da daha çok duyduğumuz ismiyle Kuzey Kore, belki de dünya üzerinde hakkında en az bilgi sahibi olunan ve buna karşın en fazla yoruma konu olan ülke. Ülkenin ismini duyduğumuz haberleri gözümüzün önüne getirdiğimizde; içinde insanların çalıştıkları, okula gittikleri, mücadele ettikleri, çiçek yetiştirdikleri yani yaşadıkları bir ülkeden daha çok bir distopya tablosunun çizilmeye çalışıldığını görüyoruz. Karşılaştığımız haberlerin ana kahramanları genellikle timsahlara yedirildiği iddia edilen muhalifler ve istediği saç tıraşını yaptıramayan gençler oluyor. Ya da Türkiye’de liberal çevrelerin kanaat önderi olarak kabul ettiği popülist Twitter gazetecilerinin yaptığı ve Türkiye’nin yakında Kuzey Kore gibi yönetilebileceğini iddia eden korkutucu(!) açıklamalar da birden ana sayfamızda belirebiliyor. Hatta bir gazetenin “Kuzey Kore’den bir yasak daha” başlığıyla paylaştığı haberin anlattığı şeyin, ülkede ilan edilen kapalı alanda sigara içme yasağı olduğuna bile şahit oldum.

Bunları gördükten sonra fark ettim ki hiç kimse Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’nin nasıl bir ülke olduğunu merak etmiyordu. Kimse ülkeyi, halkı anlamaya çalışmıyordu, kimse bu konuda araştırma yapmak istemiyordu. Ulaşılabilen kaynaklar taraflıydı ve bu kaynaklar kutsal kitapların yarattığı düzeyde bir teslimiyetle kabul ediliyor, ezber bozmaya yönelik her çaba ise linç ile karşılaşıyordu. Ayrıca bir ülkeden bahsedilirken o ülkeye dair iyi olarak kabul edilebilecek hiçbir şeyin var olmadığının iddia edilmesi, bu haberlerin doğruluklarından şüphe duymak için tek başına yeterli bir sebepti.
Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, 9 Eylül 1948’de bağımsızlığını ilan etti. Kore Savaşı’nda Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nden silah, Çin’den ise asker desteği aldı. 1950’de çıkacak olan Kore Savaşı’nda Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 21 ülkeye karşı savaştı. Kime karşı neden savaştığını bilmeyen 700’den fazla Türk askeri, diğer tüm ülkelerin insanları gibi hem bir halkın bağımsızlık mücadelesine engel olmak için yollara düşürülecek hem de NATO’nun güç gösterisi için kurban edilecekti. Savaş sonunda, sınırdaki Kaesong şehrinde görüşmeler yapıldı ve 38. paralel sınır olarak kabul edildi.

38. paralel, iki ülkenin yalnızca sınırlarını değil hayata dair hemen her şeyi kesin olarak ayırmıştı. Amerika Birleşik Devletleri’nin desteklediği Güney Kore, sonradan birçok diziye, filme ve kitaba konu olacak sertlikteki koşullara sahip olan bir kapitalist sistemin temellerini atarken geniş kitlelere ulaşan K-Pop, plastik cerrahi ve kozmetik ürünleri ile Uzakdoğu’da popüler kültür denince akla ilk gelen birkaç ülkeden biri oldu.

Kuzey, yoluna bir süre SSCB ve Çin Halk Cumhuriyeti ile devam etse de daha sonra kendisini “ideolojik olarak” bu iki ülkeden kısmen ayırdı. Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, tarihteki diğer sosyalist deneyimlerde pek de rastlanmayan bir yoldan gitmeyi tercih etti. Kendisini Maoist veya Leninist olarak tanımlamaktan imtina eden KDHC, ülkenin kurucusu olan Kim İl-Sung’un kabul ettiği, Juche Felsefesi ile yönetilmeye başlandı.

Juche Felsefesi, sosyalist değerlerin geleneksel Kore kültürü ile birleştiği bir öğreti olarak kabul edilebilir. Bu öğretiye göre insan kendinin ve geleceğinin efendisidir. Her şeyin belirleyicisi insandır. Bunun doğal sonucu olarak da KDHC’de yaygın bir dini inanç yoktur ve dini propaganda da yasaktır. Bu yüzden ülkede bir caminin, birkaç kilisenin olması ve bunların halen ibadete açık vaziyette olmaları beni şaşırtmıştı. Ülkedeki tek cami olan Ar Rahman Camii’nin başkentteki İran Büyükelçiliği’nin içinde bulunduğunu da belirtelim.

Juche öğretisinin en çok etkilediği alan eğitim olmuş. Ülkeyi yöneten Kore İşçi Partisi’nin sembolü, bu yüzden işçi sınıfını temsil eden çekiçten, çiftçiyi temsil eden oraktan ve öğrencileri-eğitimcileri temsil eden yazı fırçasından oluşuyor. Ülkenin anayasasında Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti halkının temel taşları olarak işçilere, köylülere ve askerlere ek olarak üreten entelektüelden de bahsediliyor. Haftada 6 gün okula gitmek zorunlu. Okul çıkışında da enstrüman ve dans eğitimlerinin verildiği çocuk sarayı adı verilen ve yine zorunlu olan etüt merkezleri var.

Ekonomik yapı, kooperatif sistemi üzerine kurulmuş durumda. Özel kooperatifler ile mahsulün üretici ve devlet arasında belirli bir orana göre paylaştırıldığı ve üreticinin de satış hakkına sahip olduğu bir sistem kurulmuş. Devlet kooperatiflerinde ise memuriyet sistemi var ve bu sistemde çiftçiler maaş karşılığı çalışıyor. İklimden dolayı ülkede yetiştirilebilen ürünler kısıtlı. Yaygın olarak üretilen ürünler pirinç ve ginseng. Bu iki ürün aynı zamanda Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’nin en çok ihraç ettiği ürünler. Ülkede her şeyde ginseng etkisi görmek mümkün: Ginseng çayı, viskisi ve kozmetik ürünleri var. Ginseng viskisi, hayatımda içtiğim en sert içkiler sıralamasında her zaman yukarılarda yer etmiştir.

Güney Koreliler hakkında ne düşünüyorsunuz diye sorduğumda hemen herkesten “Onlar bizim kardeşlerimiz. Günün birinde bir araya geleceğiz, onları emperyalizmin işgalinden kurtaracağız” cevabını aldım.

Bağımsızlık kutlamalarını 152 bin koltuk kapasiteli 1 Mayıs Stadyumu’nda izleme imkânımız oldu. Küba’ya jest olarak Guantanamera çalındı, Sovyetler anısına da Polyuşka. En büyük müttefikleri olan Çin’i temsilen ejderha maketleri de kutlamalardaydı. Dönüş vakti yaklaşıyordu.

Sahi, ülkede gerçekten herkes sosyalist miydi? Sanmıyorum. Ama kesin olan şuydu ki KDHC’de birçok sosyalistle, birçok iyi insanla yolum kesişmişti. Herkes çok sıcakkanlı, konuksever ve güler yüzlüydü. Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti kusursuz bir ülke değildi ama hakkında yazılanları da kesinlikle hak etmiyordu. Özellikle de turistlerin gezdiği şehirlerin film seti, gördükleri insanların da oyuncu oldukları iddiasını. Turların belirli bir rotaya bağlı kalıyor olması ve ülkenin bireysel seyahate açık olmaması eleştirilebilir elbette ama şu anda Küba’nın karşı karşıya olduğu ambargodan daha sert ekonomik koşullara sahip olan bir ülkenin, gelen her turist grubuna özel bir organizasyonla film seti kurması ihtimal dahilinde gelmiyor bana.
Ayrılırken rehberimiz Kim, bana sarıldı. Ona son bir soru sormak istedim: “Neden kendinizi anlatmıyorsunuz, neden bu karalama kampanyalarına karşı kendinizi savunmuyorsunuz?” Gülümsedi ve “Biz kapitalist sisteme karşıyız. Bu sistemin yıkılmasını istiyoruz. Neden karşı olduğumuz bir sistemin karşısına çıkıp kendimizi savunalım ki? Sen, adaletine inanmadığın bir mahkemeden adalet ister misin?” KDHC’nin tutumu belki de Jacques Verges’in “Savunma Saldırıyor” kitabında anlattığı kopuş davalarından biriydi diye düşündüm. Vedalaştık. Yaklaşık bir saat sonra kalkacak Vladivostok uçağıyla ülkeden ayrılacaktım. Kim ise yeni bir turist grubunu karşılamak üzere Pyöngyang Havalimanı Dış Hatlar Gelen Yolcu bölümüne doğru yola koyuldu. Dünya üzerinde, önyargılarını kırmaya ve KDHC’yi anlamaya hazır olan insanların da var olduklarını düşündüm. Bunları anlatabiliyor olmak benim için işte tam da bu yüzden çok değerli.

*Ünlü ceza avukatı Jacques Verges, Savunma Saldırıyor kitabında uyum ve kopuş davalarından bahseder. Kopuş davaları mahkemeye ve sisteme başkaldırı niteliğindedir ve kendisi bu davalar hakkında şöyle der: “Kopuş, davanın tüm yapısını altüst eder. Olgular ve eylemin koşulları ikinci plana düşer; ön planda aniden, toplumsal düzene karşı yöneltilen itiraz belirir.” Tarihteki kopuş davalarına örnek olarak Sokrates ve Dimitrov’un savunmaları verilebilir.