Charles Yu ‘İç Mekân Çin Mahallesi’nde büyük kavramları, meseleleri ele alıyor. Bu zor ya da özel bir şey değil. İnsana dair güzel bir hikâye. Kendini kahraman olarak göremeyen, daima figüran hissedenlere dair.

Kendi hikâyesinde figüran olanlar

Onurhan ERSOY

2020 Ulusal Kitap Ödülü kazananı ‘İç Mekân Çin Mahallesi’ yakın zamanda İthaki Yayınları’nın Modern dizisinden çıktı. Aldığı ödülü sonuna kadar hak ettiğini söyleyebiliriz başlarken. Her şeyden önce, elimizde çok zekice yazılmış bir kitap var. Biraz mizahi, biraz üst kurmaca. Kitabın yazarı Charles Yu, ‘Legion, Westworld’ gibi dizilerin senaryo ekibinde bulunmuş. Bu dizileri izleyenler, yazarın nasıl bir kafaya sahip olduğunu az çok tahmin edebilirler.


‘İç Mekân Çin Mahallesi’ni elinize alıp sayfalarını karıştırdığınızda bir şey dikkatinizi çekecek. Biçimsel bir farklılık. Roman, senaryo formunda yazılmış. İlginç gelecektir fakat kitabı ‘zekice’ bulmak için yeterli değil. Bu durumda biraz daha dikkatli bakarsınız. İlk sayfasını okursunuz mesela.

“Çocukluğundan beri Kung Fu’cu Adam olmayı hayal ettin.

Kung Fu’cu Adam değilsin.

Şimdilik Arka Plan Asyalı Adam’sın, fakat kendini geliştirmeye çalışıyorsun.

Belki yarın senin günün olacak.”

Kitap ikinci tekil şahıs anlatıcıyla yazılmış. İkinci tekil şahıs, pek çok kişinin de bildiği ya da sezdiği üzere zor, riskli bir anlatıcı. Senaryo formu da okurun kendisini bir roman okuyor gibi hissetmesinden alıkoyması riskine sahip. Bu iki biçimi birleştirip, hızlıca akan, romanlığını sorgulatmayan bir roman ortaya çıkarmış Charles Yu. Bunu nasıl yapmış? Biçime uygun içerikle. Alelade bir hikâye için alelade seçilmiş bir biçim değil bu, tam da bu hikâyeyi anlatmak için kullanılması gerekilen biçim.

Willis Wu Kung Fu’cu Adam olmak istiyor. Çünkü başka bir çaresi yok. Olabileceği en büyük şey bu. Kung Fu’cu Adam olamazsa hayatı boyunca Arka Plan Asyalı Adam, Tuhaf Bir İfade Takınan Asyalı Adam gibi rollere sıkışıp kalacak. Bu rollere yalnızca mesleki olarak değil, bizzat kendisi olarak sıkışıp kalacak.
Çin Mahallesi muazzam bir set. İçerideki herkes oyuncu. Tek odalı konutlarda yaşayıp, Altın Saray restoranında çalışıyorlar. Dizilerde oynadıkları ufak rollerle üç kuruş kazanıp hayatta kalmaya çalışıyorlar. Bruce Lee onlar için bir idol, bir ilah. Kung Fu’cu Adam olmanın da ötesinde bir şey başarmış. Herkes Bruce Lee olma hayaliyle yaşıyor.

Hikâye boyunca gerçekliğin sınırları bulanıklaşıyor. Willis ne zaman bir dizi setinde ne zaman kendi hayatını yaşıyor anlamakta güçlük çekiyoruz. Çünkü kendisi de bunu anlamıyor. Tüm kitabın senaryo formatında yazılmış olması, bu bulanıklığın etkisini daha da artırıyor. Willis, yalnızca dizilerde değil, kendi hayatında da bir figüran. Biri dizide Kung Fu’cu adam olursa, ‘gerçek’ hayattaki rollerinin bir önemi kalmaz. Yalnızca Kung Fu’cu adam olur.
“Özellikleri ondan alındı ve yerine arketipler kondu, yüzü bile ifadesizleşti.

İşte baban böyle Sifu oldu. Dorothy kocasını böyle kaybetti. Sen babanı böyle kaybettin.”

Kitap 7 bölümden, daha doğrusu 7 sahneden oluşuyor. Her sahnenin başında bizi ufak alıntılar karşılıyor. Bu alıntılar ya Bonnie Tsui’den ya da Erving Goffman’dan yapılmış. Bonnie Tsui 1979 doğumlu bir yazar. Türkçeye çevrilmiş bir kitabı yok. “American Chinatown: A People’s History of Five Neighborhoods” isimli bir kitabı var, alıntılar muhtemelen oradan. Goffman’dan yapılan alıntılar ise ‘Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu’ndan. Ki bunu çok önemli buluyorum. Bu sunum, kitabın en önemli meselesi. Yazarın Goffman’dan yaptığı alıntılar, bana kalırsa metnin çekirdeğini oluşturuyor.
Asyalı Adam klişeleriyle metin boyunca alay edilmesine rağmen, hayatta kalabilmek adına bu kalıplara girmek zorunda kalan karakterler görüyoruz. Örneğin, oynadıkları rollerde kendilerinden daima aksan bekleniyor. Mükemmel İngilizce konuşmaları istenmeyen bir şey. Daima ‘Asyalı’ kıyafetler giymeleri bekleniyor. Asla tam olarak ‘Amerikalı’ görülmüyorlar.

‘Amerikalı olmak’, metnin bir diğer meselesi. Siyah ve Beyaz dünya, deniyor örneğin. Willis’in Kung Fu’cu Adam olmak için çabaladığı polisiye dizinin adı da Siyah ve Beyaz. Dizideki Siyah Polis ve Beyaz Polis de klişe karakterler fakat onlar başrol. Sarı Adam için büyük bir rol yok. O en fazla Kung Fu’cu Adam olabiliyor. Kitabın sonlarına doğru bir mahkeme sahnesi görüyoruz. Orada bu mesele uzun uzun tartışılıyor, Büyük Abi karakteri tüm Asyalılar adına bir savunma yapıyor. Asyalılara yapılan ırkçılığın bir kalıba sığdırılamayışı, savunmanın merkezini oluşturuyor. Bu ırkçılık Siyahlara yapılan ırkçılıktan daha farklı, bu yüzden kefareti de aynı şekilde ödenemiyor. Irkçılık ve ‘Amerikalı olmak’ meselesi yalnızca mahkemede ele alınmıyor tabii ki. Tarihsel ve toplumsal arka plan, Willis’in annesinin ve babasının hayat hikâyeleri üzerinden bize anlatılıyor. Klişe Asyalı Aile sahnelerinden hemen sonra.

Büyük kavramlar, meseleler ele alınıyor bu kitapta. Bu zor ya da özel bir şey değil. Bunu özel yapan, temelde anlattığı iyi bir hikâyesi olması. İnsana dair güzel bir hikâye. Kendini kahraman olarak göremeyen, daima figüran hisseden insana dair. Hayaller kuran insan. Uğruna sevdiklerini feda ettiği hayallerinin aslında hayal ettiği kadar güzel olmadığını hisseden insan. Boşluğa düşen insan. Bunlar da birer kalıp. Tıpkı Klişe Asyalı Adam gibi. Bizler de kendi kalıplarımız içinde yaşıyoruz. Bir gün Kung Fu’cu Adam olmayı hayal ediyoruz.