Kendilikler, gruplar ve ötekiler: Birleşmek mümkün mü?

Nesli Zağlı

İnsan ilişkisel bir varlıktır. Sıradan ama çok derin bir söz. Derin çünkü henüz doğmadan önce annenin rahmiyle kapsanan insan canlısı için anneyle ilişki, henüz annenin yüzünü görmeden başlar. Doğmak, büyümek ve ölmek de ilişkiseldir. Dünya üzerinde yüzde yüz bir izolasyon ile yaşamanın hiçbir olanağı yok. Örneğin bir insan hiçbir insan olmadan ihtiyaçlarını sanal iletişimler üzerinden sağlaması bile mümkün değil çünkü hattın ucunda yine bir insan var. En azından yapay zekâ dünyayı ele geçirene kadar. İşin ironisi bir yana, insandan doğuyor, insana dönüşüyor ve hep bir insan temasında yaşıyoruz. Hepimiz az ya da çok bir insan grubuna dahil oluyoruz. Aileden başlayarak, mahalle çetelerine, okul takımlarına, politik partilere, mezunlar derneklerine ve maalesef bir dizi Whatsapp gruplarına. Bu çağda hiçbir gruba ait değilim, aidiyet duygum yok ve insan ilişkilerini yok sayıyorum diyenler bile farkında olmasalar da bir “aidiyetsizler” grubu oluşturuyorlar. Belki Hakan Günday, Uysallar’dan sonra onların da dizisini yapar.


Gruplara dahil olmak en az insan olmak kadar tekinsiz bir mecra. Bir gruba dahil olmak temelde bir benzerlik kurmaktan geçiyor. Gruba girdiğinde sana benzeyen, senin gibi düşünen ve davranan insanlarla muhatap oluyorsun. Bu seni içine çeken bir durum çünkü- kendilik psikolojisinden gelme bir söylemle- anneyle ilk kurduğun benzerlik ilişkisinden kalma bir “ikizlik” ihtiyacı var. Benzer şekilde kendiliğinde bulamadığın birtakım değerleri sana sağlayan grup bilincinin getirdiği “idealizasyon” şansın da var. İçinde olduğun grup, son olarak da seni sana hatırlatıp seni doğruluyor. İşte bir de nur topu gibi bir “aynalanma” şansı yakaladık. Kendilik psikolojisinin kurucusu Heinz Kohut aslında bu üç işlevi bireysel anlamdaki kendilik gelişimini anlatmak için formüle etmiştir. Ama ondan sonra kendilik psikolojisi gelişmeye devam etmiş ve daha “ilişkisel” bir hal kazanmıştır. Gruplara ait olmak da bu ilişkiselliğin bir türüdür. Bir insanın bir gruba ait olmaktaki beklentisi büyürken ebeveynlerinden beklediklerine çok benzerdir: Besle ve büyüt beni.

Aslında bir gruba dahil olmakta ve grup üzerinden bir kimlik kazanmakta, normal şartlar altında çok büyük bir sorun yok. Sorun bir insan tüm varlığını bir grup üzerinden inşa etmek zorunda kalacak kadar olgunlaşmamış, kısır ve sığ olduğunda ortaya çıkıyor. Bir grubun idealleri adına benlikler adanıyor ve heba oluyor. Düşünsenize Naziler de bir politik parti, bir teşkilat ve bir gruptu. Hitler de milyonlarca günahsız insanı kendi elleriyle öldürmedi. Grupların idealize ettikleri o diktatörün masaya koyduğu o “davaya” gönül veren herkes istenseydi parti aidatlarını öderdi. Aradan bir asra yakın zaman geçmiş olsa da, bu örnek grup aidiyetinin nasıl vahşi bir şeye dönüşebileceğinin kanıtı, hele de ortalıkta hâlâ neo versiyonları cirit atarken. Buradan çıkaracağımız önemli nokta: Liderin, grubun, ülkün kötüyse sen de düpedüz kötüsün.

Normal şartlar altında bir gruba ait olmak, diğer gruplara düşman olmayı gerektirmemeli. Ancak işin aslı bu değil. Evrensel olarak ben bir gruba dahil olduğumda, daha da çok daha da çok dahil olmak, grup içinde ete kemiğe bürünmek için diğer grubu hor görmem gerekiyor. Çünkü diğer grup farklılıklarıyla grubuma ve bilhassa kendiliğime bir tehdit. Eğer diğer grubu hiç tanımaya, anlamaya çalışmadan onlar hakkında mitler, önyargılar ve komplo teorileri geliştirirsem bu tehdidi önleyebilirim. Evet en iyisi öyle yapayım; kınayayım, aşağılayayım, düşmanlaşayım ve onları ötekileştireyim. Onları iyice “ben olmayan” yapayım ki, ben daha iyi olayım, parlayayım. İşte insanlık tarihi boyunca her türlü önyargı, ayrımcılık, ötekileştirme bunun gibi bir mekanizmadan köken alıyor. Irkı, dili, dini, cinsiyeti, cinsel yönelimi nedeniyle milyonlarca insan diğer gruba ait algılanarak ötekileştiriliyor ve hatta katlediliyor.

Freud’dan başlayarak klasik psikanalizde bu ayrımcılık ve saldırganca ötekileştirmelerin altında bir yansıtma mekanizması olduğu öne sürülüyor. Freud’dan sonra gelen Klein, Winnicot, Fairbain gibi analistler en basit savunma düzeneklerinden biri olan yansıtma ile kişinin kendi kötü özelliklerini ötekilere yansıtarak egoyu yatıştırdığı söylenmekte. Bu gerçekten belli noktalarda çok yaygınca gözlemlediğimiz bir varsayım. En basit örnekleri de kendi sapkınlık yapıp diğer gruba sapık demek, kendi çalıp diğerine hırsız demek, kendi bastırılmış cinsel eğilim ve yönelimlerini diğerlerine atfetmek vb. Klasik psikanalitik yaklaşımın altyapısını daha bilinçdışı mekanizmalar oluştursa da çağdaş psikanaliz her geçen gün ilişkisel alana daha çok yaklaşıyor. Kendilikleri, grupları ve ötekileştirmeyi anlamak açısından da daha zengin bir altyapı sağlanıyor. Kişi ile grup arasındaki ilişki iki insan arasındaki ilişkiden farklı değil. Hatta gruplara bağlanmamız, birinci bakım verenimizden başlayarak sürdürdüğümüz ilişkisel örüntümüze benziyor. Kimi zaman bir gruba yapışmak, ona bulaşmak, onun içinde erimek istiyoruz. Kimi zaman da aman bana dokunmasın da bin yıl yaşasın tarzıyla yaşıyoruz üyeliklerimizi. Bunun orta noktasında ise kendini grupla tanımlama ihtiyacı duymadan, gruptan renk, kalıp devşirerek, temas ve katılımla zenginleşen sağlıklı kendilikler var sanırım.

Günümüze ve ülkemize geldiğimizde, tüm Türkiye tarihinde kayda değer miktarda bulunan ayrımcılık ve ötekileştirmenin zirve yaptığı bir dönemden geçiyoruz. Herhalde tarihin hiçbir döneminde biz ve onlar ayrımı bu derece keskin olmadı. Keskin az kalır, bu kadar vahşi olmadı. Sınıfsal, dinsel, ırksal, mezhepsel, cinsel her türlü azınlık grubun en alt kademelere itildiği ve altta kalanın canı çıksın mantığının güdüldüğü bir devir kısacası. Ötekileştirici söylem bir devlet politikası haline gelirken, farklı farklı gruplardaki biz ne yaptık? Örneğin ana “muhalefet” partisinin birleştiği bir takım gruplar mı yeni bir kimlik kazandı, yoksa ana “muhalefet” mi kimlik kaybetti? Peki, ittifak kuran bu grupların dışında kalan diğer irili ufaklı grupların ortak bir kimliği olabilir mi? Biz henüz bireylerin gruplarla etkileşimini henüz çözememişken, gruplar arası etkileşimleri anlamak yıldızlar arası alanı anlamak kadar mı zor? Üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri düşünüp, arzularken mitoz bölünme gibi ufalanan ve savrulan sol kırıntıları toplamak mümkün mü? Birlikler, gruplar, oluşumlar hangi analiz seviyesinde birleşebilir; bir alt zemin, bir üst bilinci var mıdır bu işin? Bu sorduğum soruların cevaplarını inanın bilmiyorum.

Benim psikososyal bir çerçevede bilebildiğim şey şu: Birleşmek ve bütünleşmek alengirli bir iş. Sen tam değilsen, tam olmak için ait olduğun grupta iyice eksilip, kararıyorsun. Sağlıklı kendiliklerin olmadığı grup da sağlıklı olmuyor; olmadık bir lidere kapılıp onun hezeyanlarında çürüyor. Grupların tamamen dışında olabilmek aslında bir fantezi. Grupların içinde olmanın sağlayacağı yatıştırıcı ve zenginleştirici etkiyi de göz ardı etmemek lazım. Hem ortak bir amaç ve inanç için bir araya gelmenin bir büyüsü var. Burada anahtar kelime; fanatikleşmemek sanırım. Ötekilerle kurulan ilişkide “empatik bir dalış” yapma; aynı psikoterapideki gibi. Karşıdakinin kurgusuna, dünyasına, deneyimine bir adım daha yakın durma. Yine de burada asla liberal bir vurgum olmadığını belirtmek isterim. Bir gruba dahil olan bir bireysem, diğer grupla ilgili temasımda değer, insancıllık ve sınır gözetirim. Örneğin kimse beni bir katliam sanığıyla aynı masaya oturtamaz vb. Kısacası yakın Türkiye tarihinde kim ayrışır, kim kaynaşır bilemem. Ötekilerin de benimle gülebildiği bir günü kim gösterecekse ondan yanayım.