Büyük dayı Tarwater’ın taassubu ile dayısı Rayber’in dayatmaları arasında çekiştirilip duran Tarwater’ın dayılarına karşı koyuş hikâyesi, gotik anlatı vasfına uygun, en nihayetinde hikâye olarak varlığına karşı duruyor

Kendini inkâr eden hikâye

MELİKE UZUN

Öyküleriyle tanıdığımız Flannery O’ Connor’ın romanı geçen aylarda Everest’ten Zorbaların Elinde adıyla yayımlandı. Roman Francis Maron Tarwater’ın gerçekle hayal, zalimlikle mazlumluk arasında salınan hikâyesini anlatıyor.

Kitabı Türkçeye bütünüyle pürüzsüz aktaran Püren Özgören K24’te Cansu Canseven ile yaptığı röportajda “Bu kitabın ismi bizi epey uğraştıracağa benziyor” diyor. Zorbaların Elinde ismini çok isabetli bulsam da özgün adı The Violent Bear It Away olan kitabı Türkçeye bu isimle çevirme nedenlerini bir de Püren Özgören’e sormak isterdim, çünkü roman klasik bir anlatı olmaktan uzak olduğu kadar, topluma ve insana dair çok da açık olmayan fikirlerin anlatıldığı bir tür eğretileme. Püren Özgören bu eğretilemeyi açacak pek çok ipucunu yakalamış olsa gerek.

Büyük dayı Tarwater’ın taassubu ile dayısı Rayber’in dayatmaları arasında çekiştirilip duran Tarwater’ın dayılarına karşı koyuş hikâyesi olan Zorbaların Elinde, gotik anlatı vasfına da uygun, en nihayetinde bir hikâye olarak kendi varlığına karşı duruyor.

Bir ceset ve üç kişiyle başlayan roman, bir ceset ve iki kişiyle sona eriyor. Kahramanlardan birinin eksilmesi ölmesine ya da mekânı terk etmesine değil, bambaşka bir nedene dayanıyor. Bu neden Tarwater’ın deneyimi olarak okuduğumuz anlatıyı birdenbire hiç yaşanmamış, anlatılmamış olaylar silsilesine dönüştürüyor. Bu bir anlamda yapıtın zorbalığın temsili olarak kurulduğu fikrini güçlendiriyor. Agamben Konu Fikri’nde “Dilin durduğu yer söylenemez olanın belirdiği değil, sözcüklerin konusunun başladığı yerdir. Tıpkı bir rüyada olduğu gibi dilin bu ormanımsı tözüne -ki kadimler buna selva (vahşi orman) diyorlardı- hiç varmamış olan biri sessiz kaldığında bile temsilin tutsağıdır.” der. Flannery O’ Connor, bu bilgiye vakıf olsa gerek, The Violent Bear It Away’de Francis Maron Tarwater’ın hikâyesini “zorba”lık konusunun bir temsili olduğu bilinciyle kurup romanın sonunda, anlatılan her şeyi inkâr ediyor.

Tam da bu yüzden, aslında söylenmiş olan kendisini inkâr ettiği için, çevresinde dönüp durulan kavramın varlığı zihnimizde daha da pekişiyor: Zorbalar vardır ve bir insanın zorbalığa karşı çıkarken bir zorbaya dönüşmesi kaçınılmazdır. Taassuba karşı çıkan Rayber bu çelişkiyi kendinde açıkça görüyor: “Rayber, zihnine musallat olan tuhaf, ürpertici bir berraklık hissetti; orada kendini ikiye bölünmüş olarak görüyordu: Biri şiddete meyilli, öteki sağduyulu.”

Romanın üç karakteri de birbirilerine kendi gerçekliklerini dayatırlar. Bu dayatma kaçınılmaz olarak şiddete yol açar. Dayatmadan, sonuçta da şiddetten arınmış olan tek karakter Rayber’in zekâ engelli küçük oğludur.
Tarwater, on dört yaşına kadar büyük dayısının hükmü altında yaşadıktan sonra ona karşı çıkacak gücü ancak büyük dayının ölümüyle bulur. Büyük dayı onu saplantılı bir biçimde Tanrının elçisi olduğu ve ölümünden sonra kendisini gömerek mezarına haç koyması gerektiği fikriyle büyütür. Beklenmedik bir biçimde öldüğünde ise Tarwater “mezarı incir ağacının altına kazmaya karar verir, çünkü yaşlı adam incirlere iyi gelecektir.” Tarwater’ın koyu Hristiyan büyük dayısına; dolayısıyla bireyi, iradeyi, seçimi yok sayan zihniyete, doğanın iktidar tanımaz döngüsünü öne çıkararak verdiği cevaptır bu. On dört yıl boyunca kendisini esir alan bencil sofuluğa isyan etmeden yaşayan, insanın hayvana üstünlüğünün düşünmesi olduğunu savunan önyargıdan sıyrılmış bir çocuğun karşı çıkışıdır bu, dolayısıyla kaçınılmaz olarak doğanın bir parçası olduğunu öngörebilen bir zihnin ürünüdür. Ancak Tarwater’ın zihni alkolle bulanmaya başladığında dayısını incir ağacının altına gömmekten vazgeçip cesetle birlikte çiftliği ateşe verir ve şehirde yaşayan dayısı Rayber’in yanına doğru yolculuğa çıkar. Bu karar Tarwater’ın doğaya karşı durup büyük dayısı gibi şiddete meyletmesinin de başlangıcı olur. Artık Rayber’in zihinsel engelli küçük çocuğu düşmandır. Vaftiz edilmesi, temizlenmesi, ortadan kaldırılması gereken bir düşman. Aslında bu küçük çocuk iktidara, güce talip olmaması, karşılıksız, hesapsız kucak açması açısından doğanın timsali gibidir. Ancak fanatik bir zihin tarafından düşman olarak algılanabilir. Bu bakımdan “Mezarı incir ağacının altına kazmaya karar vermişti, çünkü yaşlı adam incirlere iyi gelecekti.” sözü taassup, şiddet, düşmanlık karşısında bir seçenek gibi durur. Bu, Rayber’in engelli küçük oğlunun Tarwaterlar karşısında bir seçenek olması gibidir. Ancak romanın beklenmedik bitişi bu anlatının yok hükmünde olduğunu vurgular. Bir kez daha Agamben’e dönecek olursak : “ Görünüşte ölüp hayata geri dönenlerin yaşadığı da bunun aynısıdır. Aslında bu insanlar hiçbir zaman ölmemişlerdir (öyle olsa geri dönemezlerdi) ya da bir gün ölecek olma zorunluluğundan kurtulmamışlardır. Ne var ki ölümün temsilinden kurtulmuşlardır. Tam da bu yüzden başlarına ne geldiği sorulduğunda, ölüm üzerine söylenecek bir şeyleri yoktur, ama hayatlarına dair pek çok güzel hikâyenin konusunu bulmuş olurlar.” Flannery O’ Connor anlattığı hikâyenin varlığını sonunda inkâr etse de zorbalık orda bir yerlerde gerçeklik olarak durmaktadır. Ölümden dönmüş olma insanı nasıl ki ölümden kurtarmıyorsa, yazarın hikâyenin somutluğundan vazgeçmesi, anlattıklarının sertliğinden bizi kurtarmıyor. Doğadan kopmuş insanlar olarak fanatizme, şiddete meylimiz içimizde bir yerlerde her an hortlamayı bekliyor.