Bugün önümüzde ikili bir görev bulunuyor; bir yandan sandık güvenliği, OHAL rejiminde adil bir seçimin olanaksızlığı, hukuksuz ittifaklara kapı aralayan seçim yasasının teşhiri üzerinden en geniş demokrasi güçlerini seferber etme, bir arada tutma sorumluluğu, öte yandan, “sol-sosyalist bir tahayyülü”; anti-emperyalizmi, kamuculuğu ve barış mücadelesini, tavizsiz bir laiklik ve Aydınlanma perspektifiyle canlı tutma mecburiyeti

Kendisi kandırılıyor, o da başkasını kandırıyor

Geçtiğimiz hafta AKP iktidarının sermayeden yana yüzünün bir kez daha teşhir olduğunu gözlemledik. Özelleştirme kapsamında şeker fabrikalarının satışı; bir yandan kamu mallarının, özellikle arsaların elden çıkarılmasına, işçilerin işinden olmasına, şeker pancarı üretimi yapan çiftçilerin mağdur edilmesine yol açarken, bir yandan da meydan bütünüyle toplum sağlığı açısından büyük tehlikeler içeren mısır şekeri üreticilerine terkedilecek. Zira tüm kanıtlar, şeker üretiminin gıda tekellerinin nişasta bazlı ürünlerine yöneltileceğine işaret ediyor. Böylelikle daha önce zaten kotayla sayıları sınırlanan pancar üreticilerinin tasfiyesi gündeme gelecektir. Bu uygulamalar, 2001 krizinde, Kemal Derviş döneminde uygulanmaya başlanan IMF/DB talimatlarının doğal bir uzantısıdır ve AKP hükümetleri tarafından da heyecanla benimsenerek sürdürülmektedir. Halkın sağlığını piyasalaştırılmış sistemin insafına terk eden, “OHAL’i grev tehdidi olan yere müdahale için kullanıyoruz” diyen, o meşhur ‘yerli ve milli’/‘milliyetçi-muhafazakâr’ bir örtü arkasında gizlemeye çalıştıkları iktidar zihniyetinin gerçek yüzü işte bu.

Zaten, özelleştirmelerin ana felsefesi “devletin asli görevleri olan adalet ve güvenliğin sağlanmasına yoğunlaşmak” olarak tanımlanıyordu. Şimdi giderek koyulaşan baskı ve zulüm rejimi de, gerçekten devletin baskı aygıtlarına dayanarak sürdürülüyor…

***

Afrin harekatının finansmanı ve 2019 başkanlık seçimine giden süreçte oy getirmesi beklenen bütçe hamleleri de, herhalde “şeker fabrikaları” benzeri özelleştirme uygulamalarını zorunlu kılıyor. Bu arada BM Güvenlik Konseyi’nin 30 günlük ateşkes kararının uygulama alanına Afrin’in de dahil edilmesi endişesiyle, yandaş haber mecralarında bazı manipülasyonlara başvuruyorlar. Hükümet sözcüsü Bekir Bozdağ’ın ortaya attığı , “Orada IŞİD’le savaşıyoruz” şeklindeki çocukları dahi kandıramayacak argümanı “uluslararası camiada” karşılık bulmadı. Önce Fransa, ardından ABD, kararın Afrin’i de kapsadığını duyurdu. Aslında kelimelerin anlamını yitirdiği, “barış elini uzatarak-uzlaşmaya yönelik adım atmak” anlamındaki “zeytin dalı” kavramının bile militer hamasete alet edildiği, hem de bunun “Suriye’nin toprak bütünlüğünü korumak adına” yürütüldüğü bir dönemde yaşıyoruz.

***

Bu nedenle, AKP-MHP arasında yapılan “Cumhur” ittifakının ismi de şaşırtmadı. Eksiğiyle yanlışıyla “seküler Cumhuriyetin”, İslami temelli başkanlık rejimine dönüştürülmesi operasyonunda, bu ittifak tüm muhalif güçlerin direnmesini gerektiren “karşı-devrimci” bir nitelik taşıyor. Bir yanda Afrin harekatı bölgede yaşanan büyük trajik gelişmelerin bir parçası olarak sürüp giderken ülke siyasetinin gündeminin ortasına 2019 seçimlerine yönelik bir seçim sistemi ve bu ‘cumhur ittifakı’ meselesi oturtuldu. Memleketin bütün mukadderatının (ikide bir birileri tarafından aldatıldığı kendi ifadeleriyle sabit!) bir ‘muktedir başkan’a havale edildiği bir sistemde sanki büyük bir manası varmış gibi, bir buçuk sene sonra yapılacak seçimlere yönelik bir sözde tartışma...

Bu tartışmada elbette, demokratik bir seçim sistemi açısından gerekli temsilde adalet, seçim güvenliği, hatta gizli oy açık sayım gibi meselelerin elbette yeri yok. Burada meselenin sadece önümüzdeki seçimlerde muktedir bey seçilebilsin diye koltuk değneği tedarikine yönelik bir tür ‘teşvik pirimi’ oluşturmaktan ibaret bir şey.

(Bu amaçla İttifaka zemin hazırlayan seçim yasasının demokratik bir toplumla, seçim adaleti ve hakkaniyetiyle bağdaşmayacağı gazetemiz sayfalarından da ortaya konuluyor. Belki burada basit bir örnekle, okuyucularımızın konuyu kavrayışlarına katkıda bulunmak yararlı olur. Diyelim 2 milletvekili çıkaran bir seçim bölgesinde A partisi 70 bin (AKP diyebilirsiniz), B partisi 40 bin (MHP), C partisi ise (CHP ) 50 bin oy almış olsun. Normalde A ve C partileri birer milletvekili çıkarır. İttifakta ise A ve B’nin toplamı ikiye bölününce (110 000/2), C’den büyük olduğu için milletvekilleri A ve B’ye gider. Bu durumun 3, 4, 5 ve daha fazla milletvekili üzerinden çeşitlemeleri “seçim adaletinin” nasıl bozulduğunu açıkça gösterir.)

***

İşte şimdi, zaten hileli hurdalı yapıldığı bilinen seçimlerde üç beş yandaş vekil daha kazanabilme uğruna, 70’li yıllarda halka büyük acılar yaşatan MC hükümetlerine benzeyen bir sözde ittifakla karşı karşıyayız. Ne var ki, burada ciddi farklılıklar da söz konusu. MC hükümetleri, yükselen sol dalgaya, devrimci uyanışa set çekmek için kurulmuştu. MC’deki gibi farklı “etki alanları bulunan” aktörler değil, Erdoğan’a, “biat, itaat, sadakat” çerçevesinde “iltihak eden” güçler var. Herkes biliyor ki, Erdoğan yeterli güce sahip olsaydı MHP’ye gerek duymazdı. Muhtemelen bu ittifakta etkisiz eleman rolü üslenen Bahçeli günü kurtarmak için kendi kitlesine “iktidarın olanaklarından sebeplenecekleri vaadini vermekten” başka bir çıkar yol bulamıyor.

AKP’nin durumu bu kez farklı

Tüm bunlar, “Cumhur” ittifakı adı altında, Cumhuriyet’e, Aydınlanma’ya, çağdaş yaşama karşı Osmanlı öykünmecisi, Abdülhamit taklidi “tek adam” rejiminin nihai hamlesi için gerçekleştiriliyor. AKP 2002’de iktidara gelişinden bu yana, kendine “Fethullahçılar, liberaller, zaman zaman Kürtler” gibi müttefikler bulmuştu. Böylelikle “hegemonik pozisyonunu” tahkim etmişti. Değişik zamanlarda, “AB çıpası, çözüm süreci, Kopenhag kriterleri, 12 Eylül Anayasası’yla hesaplaşma” gibi söylemler eşliğinde birlikteliklerinin ideolojik cephaneliğini temin etmişti. Bu kez durum farklı! En son 16 Nisan referandumunda görüldüğü gibi artık hegemonyasını yitirdi. “Rıza ve Onay” mekanizmaları üretemiyor, ancak “zor ve baskıya” dayanarak iktidarını korumaya çalışıyor. Toplumun en üretken, yaratıcı, geniş ufuklu kesimlerinin “akıllarına ve kalplerine” hitap edemiyor. O nedenle çareyi “bozkurt selamı” ve “rabia işaretinin” gerici, yobaz, hamasi milliyetçi bir senteziyle ipleri germekte buluyor.

***

Meşruiyetini sürekli olarak “oy çokluğu” ile savunan iktidar artık ona gerek duymadan, atı alanın Üsküdar’ı geçtiği ayak oyunlarına başvurmaktan kaçınmıyor. Temsilde adaletmiş, gizli oy açık sayımmış, demokratik seçimlermiş, bunların hiçbiri iktidarın umurunda bile değil, varsa yoksa bu soygun düzeninin sürmesi için iktidara dört elle sarılmak niyetindeler. Adalet yok, demokrasi yok, vicdan yok; varsa yoksa zulüm, hile, demagoji ve yalan din ve milliyetçilik sömürüsü... Ama tarih evdeki hesabın her zaman çarşıya uymadığının, böyle üç kağıtçılıkla sürdürülerek ayakta kalmaya çalışan zulüm düzenlerinin nasıl kendi oyunlarının kurbanı olup tarihin çöp tenekesine atıldığının sayısız örnekleriyle dolu.

Bugün önümüzde ikili bir görev bulunuyor: Bir yandan sandık güvenliği, OHAL rejiminde adil bir seçimin olanaksızlığı, hukuksuz ittifaklara kapı aralayan seçim yasasının teşhiri üzerinden en geniş demokrasi güçlerini seferber etme, bir arada tutma sorumluluğu, öte yandan, “sol-sosyalist bir tahayyülü”; anti-emperyalizmi, kamuculuğu ve barış mücadelesini, tavizsiz bir laiklik ve Aydınlanma perspektifiyle canlı tutma; Ekim Devrimi’nin, Direniş Komiteleri’nin, Tekel Direnişi’nin deneyimlerinden beslenme; Karl Marx’ın 200’üncü doğum yılına, 68 İsyanı’nın 50’nci yıldönümüne yaraşır bir direniş sergileme mecburiyeti…

Bu yüzden böyle bir karamsar tabloda bile asla çaresiz değiliz.

Gezi’yi, 7 Haziran 2015 seçimlerini, 16 Nisan Referandumu’nda çalınan zaferimizi ve 9 Temmuz Adalet Yürüyüşü’nü hatırlayalım…

Avrupa’da son durum

Ülkede bunlar olurken Avrupa’da ırkçı ve milliyetçi akımlar güçlerini arttırıyor. Neoliberalizmin ve küreselleşmenin krizi ya ırkçı akımların yükselişine ya da bir ideolojik kafa karışıklığının muhalif hareketlerin saflarında boy vermesine yol açıyor. Yıllardır Batı’dan demokrasi bekleyenler, Batı’daki bu gelişmeler karşısında bir kez daha hüsrana uğramış durumdalar. Bu kez batıda demokrasinin korunması, ancak Türkiye gibi ülkelerde demokrasinin gelişmesine bağlı. Ama küçük hesaplar içerisinde onların bu gerçeği kavraması zaman alacak gibi görünüyor. Göç dalgasının ve savaşların Batı’ya taşıdığı insanlar kendi ülkelerinde barış, demokrasi ve insanca koşullarda yaşayacakları bir düzen kurmadıkça; dünyanın ekonomik nimetleri daha adil biçimde paylaşılmadıkça, Batı’nın “kâbusu” olmaya devam edecekler.

4 Mart’ta İtalya’da da halk sandıklara gidiyor. Kamuoyu yoklamalarında, 5 Yıldız Hareketi önde görünüyor. 5 Yıldız, İspanya’daki Podemos benzeri, düzene, hiyerarşilere ve profesyonel politikacılara meydan okuyan bir söylemle ortaya çıktı. Zaman içerisinde sözcüsü komedyen Grillon’un yer yer otoriter, göçmen karşıtı vurguları; sol-sağ ayrımını reddeden yaklaşımı soru işaretlerini artırdı. Yine de kalbi solda atan seçmenlerin 5 Yıldız’ı tercih etmeleri bekleniyor. İktidardaki merkez sol Demokrasi Partisi’nin (YD) ciddi bir yenilgiye uğrayacağı tahmin ediliyor. Özellikle önceki başbakan Matteo Renzi’nin, 2016’da anayasa referandumuyla gücünü konsolide etme hamlesi başarısızlığa uğrayınca, yıldızı sönmeye yüz tuttu. Ne yazık ki, ismini daha çok yolsuzluklardan, seks skandallarından, bir de Milan kulübünden bildiğimiz Silvio Berlusconi’nin Forza İtalya hareketi ile Matteo Salvini’nin neofaşist Kuzey Ligi’nin ittifakı hükümete yakın görünüyor. Kuzey Ligi, ülkenin gelir düzeyinin yüksek olduğu Milano-Torino gibi şehirlerinin zenginliği; yoksul Sicilya, Gramsci’nin memleketi Sardunya gibi güney yöreleriyle paylaşmama refleksinden doğmuştu. Şimdi göçmenlere, mültecilere, özelliklere Afrikalılara olan karşıtlık üzerinden politika yapıyor. İttifaklara olanak veren yeni seçim sisteminin nasıl bir sonuç vereceği kestirilemiyor.

Bilal Erdoğan’ın da nikâh şahidi olan Berlusconi siyasetten yasaklı olduğu için aday değil. Eğer aşırı sağ ittifak ipi göğüslerse, hangi parti yüksek oy almışsa başbakan oradan çıkacak. İtalya da, “illiberal demeokrasiler” listesine dahil edilecek.

Geçtiğimiz haftaya damga vuran açıklamalardan birisi de, Nisan’da seçimlerin yapılacağı Macaristan’ın aşırı sağcı başbakanı Victor Orban’ın “Avrupa’nın üzerinde kara bulutlar dolaşıyor” iddiasıydı. Orban bilindiği gibi, Erdoğan gibi demokrasiyi sandıktan ibaret gören; düşünce ve ifade özgürlüğünü bir lüks kabul eden; otoriter eğilimli, eleştiriye tahammülsüz; geçmişin hatıraları üzerine kurulu sahte bir tarih kurgusu üzerinden hakaretlerine malzeme devşiren, “illiberal demokrasiler”deki tipik lider profillerinden biri. Farklılıklar burada bitiyor; Orban tüm söylemini İslam karşıtlığı üzerinden kuruyor. Kozmopolit, gevşek, dininden uzaklaşmış, Brüksel kültürüyle yozlaşmış Avrupa’yı mültecilere duvar örerek Müslüman istilasından kurtarmakla böbürleniyor. Anlaşılan bu tip karakterlerin yükselmesine imkan tanıyan, dünyadaki politik, toplumsal, kültürel iklim üzerine daha fazla kafa yormamız gerekiyor.

İsterseniz yazıyı, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nün eşiğinde keyifli bir haberle bitirelim: İzlanda’da Sol-Yeşil Hareket’in lideri 42 yaşındaki polisiye kitapları uzmanı, sosyalist, feminist, ekolojist Katrin Jakobsdottir, Avrupa’nın en genç kadın başbakanı olarak göreve başladı. Başbakan ve kadın; hem de ekolojist, sosyalist ve de feminist; ne kadar hoş.

Belki, “iyi ancak ne yazık ki bize bir o kadar da uzak” diyebilirsiniz, ama şimdilik öyle.

İstersek ve gerçekten inanırsak biz de yapabiliriz.

İnanalım!