Kent ‘bellek’le var olur; bundan dolayı bir kimliğe, kişiliğe, tarihe sahiptir. Yapı, meydan, bulvar ve sokaklarının gerisinde yığınla anı, deneyim bulunur.

Kent belleği soluyor mu?

Aydın AFACAN

Tarihin ilk devrimci adımlarından biri sayılır ‘kent’, uygarlığın esası. ‘Medine’, ‘şehir’, ‘site’ (citta, city), ‘polis’ ile ‘medeniyet’/’civilization’, ‘yurttaş’/’citizen’ vb. gibi kavramlar arasındaki bağlar da bunu gösterir. Gerçi ‘polis’, kentle sınırlı değildir; köy topluluklarının birleşmesinden oluşan ve ‘yurttaş’ların taşınmasıyla yeri değişebilen bir yapı da söz konusudur çünkü. Başka deyişle, ‘şehir devleti’ tanımlamasını aşan özeliklere de sahiptir. İlk planlı kentler konusunda İndus ve Mezopotamya’yı önceleyen görüşler söz konusudur. İster Harappa kentleri olsun ister Uruk ve benzerleri, kentlerin harcına kan karıştığını söylemek yeni bir iddia sayılmaz; surlar, kuleler, görkemli yapılar… Nâzım Hikmet’in ‘Taranta Babu’da ‘Remus ile Romulus’ efsanesine atıfla Roma için söylediği, bütün kentler için geçerli sayılır: “İşte böyle TARANTA BABU.../ Gümüş yaldızlı kitaplarda yazılı bu;/ temelinde Roma’nın/ dişi kurt sütüyle dolu kovalar/ ve bir avuç kardeş kanı var...” Kent olgusu, çeşitli yönleriyle ele alınabilecek bir olgu. En azından bugün uygarlık açısından birçok yönden önem taşıyor. Dahası, çeşitli marifetlerine tanıklık ettiğimiz ‘yeni barbarlık’ örnekleri birçok bakımdan kentle ilgili…

Kent ve bellek

Kent ‘bellek’le var olur; bundan dolayı bir kimliğe, kişiliğe, tarihe sahiptir. Yapı, meydan, bulvar ve sokaklarının gerisinde yığınla anı, deneyim bulunur. ‘Yaban’ı kendine çekişinde de bellek ve unutuş rol oynamıştır. Enkidu’yu Uruk’a ‘çeken’ ve onun yaban hayatından uzaklaşmasına neden olan şey, tapınak görevlisi ile sevişmesidir, evet; ama ona yabanı unutturan bir ‘fiil’ söz konusudur. ‘Yaban’ı unutmuş, kurallarını çiğnemiştir; ‘kayıtlı’ bir ‘bellek’ ortamına aittir artık: Uygarlığa, kente, Uruk’a… Gerçi kral Gılgameş’in can dostu olsa da orada bir ‘yaban’ olarak ‘öteki’ konumunda kalacaktır; ama oraya ait olmuştur.

Kentle belleği, kentle uygarlığı ‘bir’ gösteren yalnızca girişte anılan kavramlar değil. Kütüphane, tiyatro, müze gibi yerler ve kavramlar da var bu bağı işaret eden. Antik Yunan’da, tiyatro adı ‘görme yeri’ anlamında bir sözcükten (Theatron) gelir. Müze de ‘müz’lerin (Mousa) mekânıdır (Mouseion) ve bellekle temelli bir bağı var: Sanat perisi dokuz ‘Mousa’nın annelerinin adı da ‘bellek’ anlamında ‘mneme’ sözcüğünden türer: Mnemosyne… Antik Yunan’da sanat ve bellek arasındaki bağı gösteren bu ad kent oluşumu açısından da önemlidir ve sanat perilerinin uğraş alanları da kenti işaret eder sonuçta. Deneyim, araştırma, keşif ve benzeri birçok uğraş vardır temelde. Doğadan kültüre doğru gittikçe kentler de ‘kompleks’ hale gelir. ‘Tanrılar’, belli kentlerin koruyucusu sayılsa da vaktiyle ‘yerleştirildikleri’ sınırlı kozmik bölgelerden doğaötesine yönlendirilmişlerdir. Bu da insanın ‘kendi işini görmesi’ anlamına gelir ki, kent bu noktada önemli bir göstergedir. Bu noktada, Yunan mitlerine saldırarak yeni bir düşünsel gelişmenin yolunu açmış ilk bilginlerden Ksenophanes’in, tanrıların ‘ölümlülere başta her şeyi söylemediği’ ve ‘ölümlülerin zamanla her şeyi araştırarak daha iyi keşiflerde bulunduğu’ biçimindeki sözleri geliyor akla. İnsanın ‘doğayı fethetme’ çabası çeşitli açılardan inceleme konusu ve tabii ki kente dair belleğin içinde çevreyi her bakımdan yıkıma uğratan kapitalizmin marifetleri de var.

Aynılaşma ve taşralaşma

Kentler belli sokak, cadde, bulvar, meydan, liman ve yapılarıyla kişilik kazanır. Sözgelimi bazı sokaklar ‘eski’ye ilişkin atmosferi veya ‘heybet’iyle var olur; kimi asude havasıyla öne çıkarken kimi ‘çarşı-pazar’ yoğunluğu ve cıvıl cıvıl kalabalığıyla hatırlanır. Kimi cadde ve sokaklar, sanat galerileri, tiyatro ve sinema salonları, kitapevleri, pastaneleri, ‘kıraathaneleri’, meyhaneleri ile ünlüdür. Hayatın ‘oraya özgü’ bir akışı vardır, mekânda ve zamanda: Değişim kaçınılmazdır ama bir Fransız sözündeki gibi ‘değiştikçe aynı kalır’; bir ‘kişilik’ taşımaktadır çünkü. Bu her kentin kendine özgü çevresel ve tarihsel mirasa dayanan ayırt edici özellikleri olduğu anlamı da taşır. Mekânlar da ‘kişililik’ sahibidir: Bir limanın uğultusu, kıyı trafiğini, insan akışın, kendine özgü kokusunu, ‘uzak’ları, anılar ve hareketi birbirine bağlayan halatları ve daha birçok şeyi barındırır. Bozkır derinliğine kurulmuş bir kent, ‘uzak’ları daha baştan fısıldar; kentin kıyısına varıldığında bu durum hemen hissedilir. Bildiri: Engin gökyüzü! Hem uzak hem içimizdedir.

Tüketim kültürünün bütün kentleri ‘aynı’ kılan özellikleri, çevre düzenlemesinden tüketim mabedi ‘AVM’lere uzanan ve zamanımızın ‘siber kültür’üne bağlı ‘hızlı’ gelişmelerle buluşan sonuçlarıyla ciddi bir tehdit oluşturmaya başladı. Kenti kent kılan, uygar kılan tasavvur kaybolmaya yüz tuttu. Gündelik pratiklerimizi o kendine özgü etik, estetik düzen içinde gerçekleştirdiğimiz kent imgesi tuhaf bir ‘hız’ içinde dağılıyor. Örneğin kente özgü kalabalık, amaçsız bir koşuşturmadan öte bir anlam taşımıyor gibi. Her şeyin ‘burada ve hazır’ sunulduğu tüketim mekânları, oturulan, okunan, dinlenilen mekân anlayışını yıktı. Sokaklar ‘kalabalık’ ve ‘bolluk’ içinde yenilip içilen birer ‘sürekli hareket’ noktasına dönüştü. ‘Yeni mekân’ın yeni müşterisi okumak, çevresiyle ilgilenmek, ‘boş zaman’ını dünyada olmanın farkında olarak yaşamak gibi niteliklere ne ölçüde sahiptir? İvan İllich’in çarpıcı vurgusuyla bu tüketicinin istediği “bir vatandaş olarak daha fazla özgürlük değil, bir müşteri olarak daha fazla hizmettir”.

Bazı bakımlardan ‘genel’ bir taşralaşma eğilimi yaşandığı ve ülkemizin kendine özgü özelliklere sahip taşrasını kaybetmekte olduğu da başka bir olgudur. Taşra kentleri de tüketim kültürünün göstergeleri yoluyla yayılan bir ‘aynılaşma’ içindedir. Diğer yandan sanal kültür taşrayı da soğurup kendi yarattığı ‘merkez’e çekiyor. Bu ‘merkez’in bir özelliği de tuhaf bir tarihsizleşmeye yönelmesidir. Ve bu ‘merkez’ ünlü ‘Global Köy’dür.

Evet, bir uygarlık ve bellek mekânı olarak kenti savunmak gerekir. Bütün olumsuz yönlerini ve açmazlarını da göz ardı etmeden elbette. Zamanımızda en tehlikeli ‘kabul’ şu olmalı: ‘Hâfıza-i beşer nisyân ile malûldür’… Oysa ne diyordu Ahmet Haşim: “Bize bir zevk-i tahattur kaldı./ Şu sönen, gölgelenen dünyada.”

‘Unutmak/Hatırlamak’

Kentlerin hem sanata ‘praksis’ olarak hem de geçmişin değerli mirasına sahip çıkması, belleği koruyup geliştirmek bakımından da önemli bir çabadır. Antalya Muratpaşa Belediyesi, yüreği sanatla dolu başkanı Ümit Uysal’ın öncülüğünde gerçekten değerli bir etkinlik gerçekleştiriyor. Ferruh Tunç ve İbrahim Karaoğlu’nun çabaları da anılmalı burada ve tabii etkinliğe bütün içtenliğiyle emek veren bütün ekip de. Etkinliğin bu yılki teması ‘Unutmak-Hatırlamak’tı. Birçok değerli edebiyat, sanat insanı ve akademisyenin katıldığı etkinlikte ‘unutmak ve hatırlamak’ çeşitli yönleriyle ele alındı. Bu çaba hem sanat hem de kent belleğini korumak açısından önemli bir işlev yüklendiği gibi, söz konusu gelişmenin süreç ve doğrultularıyla olarak çeşitli açılardan ele alınması gerektiğini de çarpıcı biçimde ortaya koydu.