Akademik tasfiye 15 Temmuz’dan çok daha evvel başlamıştı. Tasfiye dalgaları KHK’lerle daha şiddetli ve görünür hale gelmiş olsa da, bu sürecin miladı 15 Temmuz değildi. Sırf sağcı kadrolaşma amacıyla Eskişehir’deki maganda gibiler de akademiye alınıp, kayrılıyorlar

KHK ile ihraç edilen akademisyen Yasin Durak: Eskişehir’deki saldırı çürümenin göstergesi

YAŞAR AYDIN

Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’ndeki saldırı bir kez daha gözleri akademik camiaya çevirdi. İhbarcılığın, muhbirliğin teşvik edildiği, kadrolaşmanın tam gaz sürdüğü, üniversitelerin içinin boşaltıldığı, binlerce akademisyenin işine son verildikten sonra ortaya çıkan görüntü tam anlamı ile çürümenin fotoğrafı oldu. Barış İçin Akademisyenler bildirisine imza attığı için Niğde Üniversitesi’ndeki görevinden uzaklaştırılan, şimdilerde ise meslektaşları ile kurduğu Sokak Akademisi’nde çalışmalarını sürdüren Yasin Durak’la üniversitedeki çürümeyi konuştuk.

»Eskişehir’de yaşanan saldırı tüm çıplaklığı ile akademideki gerçeği yüzümüze vurdu. Akademinin geldiği noktayı değerlendirirsek neler söyleyebiliriz?
Akademinin geldiği noktanın, yekûn olarak toplumun bulunduğu uçurumun eşiği olduğunu söyleyebiliriz. Açıkçası, bu durum çok yeni de değil. Geçmişte de pek fazla sorun ve yozlaşma söz konusuydu. Fakat bugünkü “sağcı görgüsüzlük” hiçbir zaman bu ölçüde akademiye egemen olamamıştı.

Torpil, kayırıcılık vesaire hep vardı, fakat bunun neredeyse artık bir “meslek etiği” gibi kabul edilebildiği, utanmaksızın iktidara yakın olmakla ve hatta “torpilli olmakla” övünüldüğü bir aşamaya gelindi. Kamu bürokrasisinin tamamını istila eden aparatlardan müteşekkil bir silsile, akademiyi de ele geçiriyor. Bilim insanları, kanaat önderleri, toplumun sorunlarını çözmeye çalışan akademisyenler ise ihraçtan sürgüne, bürokratik yıldırmalardan istifaya zorlanmalara, hatta bizzat üniversitelerin idarecileri tarafından ihbar edilerek hapse yollanmaya kadar pek çok baskıyla karşı karşıya. Şu an akademik kürsülerde sayısı günaşırı azalmakta olan hakiki bilim insanları da hala örgütlenmiş yobazların hak-hukuk ve salahiyet bilmeksizin uyguladığı bu baskıyı yaşamaya devam ediyor. Bu cenderede, sırf sağcı kadrolaşma amacıyla Eskişehir’deki maganda gibiler de akademiye alınıp, kayırılıyorlar.

»OHAL ve KHK’lerin etkisi önemli sanırım. 15 Temmuz süreci akademinin bu noktaya gelmesinde ne kadar etkili oldu?
Açıkçası akademik tasfiye 15 Temmuz’dan çok daha evvel başlamıştı. Tasfiye dalgaları KHK’larla daha şiddetli ve görünür hale gelmiş olsa da, bu sürecin miladı 15 Temmuz değildi, hatta Erdoğan’ın obsesyonuyla gündeme gelen ‘Barış İçin Akademisyenler’in işten atılmaya başlaması bile değildi.

‘Allahın lütfu’ akademiyi de vurdu
»Size göre kritik eşik ne zaman aşıldı?

Şunu net olarak söyleyebilirim ki akademik tasfiye öğrencilerden başladı, Gezi İsyanı’nın hemen ardından... Demokratik gençlik hareketlerine mensup olan pek çok öğrencimiz sudan sebeplerle okuldan atıldı, hatta hapsedildiler. Biz onları korumayı beceremediğimiz için, daha önemlisi en başından öğrencilerimizle ortaklaşarak bir direnç göstermediğimiz için saldırı bu kadar büyüdü. Açıkçası işin ucu akademisyenlere gelene değin de mesele kamuoyunda bu kadar gündem olmadı.

BAK bildirisinin ardından hızlanan tasfiye sürecinde 15 Temmuz’un rolü ise iktidar ve aparatları için gerçekten de “Allah’ın lütfu” olması oldu. İktidar mümessilleri, zaten cılız olan hukuki bariyerleri OHAL sayesinde yerle yeksan ederek kendilerinden olmayan herkese saldırmaya başladılar. Hal böyle olunca da, tek adam tapıncından ve “dini hassasiyetlerden” gayrısını içermeyen bir sözde vatanperverlik, kamu bürokrasinin tamamında olduğu gibi akademide de meşruiyet eşiklerini oluşturan çerçeve haline getirildi. Akademide kişisel hırslar da daima etkili olduğu için, ihbarcılık ve dahi iftiracılık bu şekilde tavan yaptı.

»Siz hem Ankara’da hem de Niğde’de çalıştınız. Sizin üniversitede olduğunu dönemlerde taşrada durumlar nasıldı?
Daha öncede bahsettiğim gibi akademiye saldırının tarihi eskiye dayanıyor. Üstelik sadece taşrada değil, her yerde... Fakat söylediğim gibi, saldırıların boyutu bu kadar büyük değildi. Taşrada elbette ki başka özel dinamikler de var. Sadece ikisine vurgu yapacak olursak, faşist çeteleşmelerin yarattığı terör bunların başını çekiyor. Düşünün ki bir üniversite öğrencisi sırf uzun saçlı olduğu için, küpe taktığı için, etek giyindiği için yahut oruç tutmadığı için saldırıya uğrayabiliyor. Bu çeteler taşrada daima etkindi fakat bu iktidarla birlikte çok daha fazla güçlendiler. Üstelik yıllardır taşradaki bu şiddet anlamadığım bir şekilde “normal” kabul edildi. Çocuk belki de kendi dışındaki nedenlerle Adıyaman’a, Konya’ya, Nevşehir’e okumaya gidiyor, saldırılara uğradığında bir de sanki kendisi kaşınmış gibi “ne işin vardı orada” tepkisiyle karşılaşıyor. Taşra üniversitelerindeki öğrencilerin bu durumu hiçbir zaman yeterince sorun edilmedi.

İkincisi de yerel dinamiklerin bürokratik yozlaşmayla iç içe geçerek yarattığı tahribat. Mesela açın Erzincan Üniversitesi’nin web sitesine bakının, 15-20 akademisyenin aynı soyadı taşıdığını görürsünüz. Yani akraba kontenjanından girmişler.

Aziz Nesinlik öykü...
»Biraz da sizin hikayenizi dinleyelim. Bu süre içerisinde neler yaşadınız, nelerle karşılaştınız?
Kendi hikâyemi çok uzun anlatmak istemiyorum fakat iki şeye dikkat çekmem elzem: Birincisini Ankara’da gördüm; inanır mısınız çok çalışkan ve kaliteli öğrencilerin üzerine düşülmediğini, çok yüksek potansiyeli olan öğrencilerin hiç edildiğini gördüm. Ve bir şey yapamadım. Bunlar bugün emek piyasasında asgari ücretle iş ararken, iki kere kopyadan yakalandığını duyduğum başka bir öğrenci, kopya çeke çeke okulu bitirdiği bilinen çocuk bir yerde akademisyen olmuş. Yine kayırıcılık sayesinde... Bu haksızlıkların öğrenciler seviyesinde de üzerine düşülmesi gerekiyor.

Niğde’de ise bir Aziz Nesin öyküsüne tıkılıp kalmıştım. İmzacı olduğum için hiçbir hakkımı tanımadılar. Nakil yolluğunu ya da araştırma iznini filan es geçiyorum, yıllık iznimi ve personel kimlik kartımı dahi vermediler. Dilekçeleri işleme koymuyorlardı. Bu nedenle her dilekçeyi posta yoluyla vermek zorunda kaldım. Bu sefer “tüm fakültenin ders programını hazırlamak” gibi fazladan iş yıkmalar başladı. Yetmedi, hakkımda sudan sebeplerle soruşturmalar açtılar. Toplam bir buçuk ay kaldığım üniversitede üç iş gününde bir sarı zarf almışım. En son hakkımda lüzum-u muhakeme kararı çıkardılar, bakın bu karar Danıştay tarafından bozulmuş, üniversite yönetiminin verdiği ceza bile feshedilmiş, ancak bunu bana bildirmemişler, gidip hakkımda ihbarda bulunmuşlar. Sonra da ihraç ettiler. Ama, bakın bununla da yetinmiyorlar, bana cumhurbaşkanına hakaret davası açıldığında üniversite yönetimi avukat yollayıp kurumu davaya müşteki yazdırmış.

Çürüme her yerde
»Şimdi artık tüm akademik camia, en iyi üniversiteler de taşra üniversiteleri seviyesine çekildi denilebilir mi?

Açıkçası, taşra üniversiteleri bile geçmişte bu kadar kötü durumda değildi. Berbat bir yozlaşma var. Benim Niğde’de yaşadıklarıma benzer hukuksuzlukları İçişleri Bakanı tarafından hedef gösterilen başka bir meslektaşım ODTÜ’de yaşadı, sonunda dayanamayıp istifa etti.

»Üniversiteler göz önünde olduğu için çürüme çok daha rahat ortaya çıkıyor sanırım. Bu durumun tüm kurumlara hatta toplumun tamamına yayıldığını söylemek mümkün mü?
Elbette ki! Akademide ve toplumda ortaklaşan çürümenin açık göstergesi Alara Karademir’in yaşamını yitirmesidir. Bakın bu çocuk daha yirmi yaşındaydı. İntihar ettiği söyleniyor ama aksi şüpheler hala mevut. Odasında ölü bulunduğu hocası ilk ifadesinde “iki yıldır aşk yaşıyorduk” gibi bir şey söylemiş. İnsaf artık! Yeter artık! Üstelik adam öyle yirmili yaşlarında bir asistan filan da değil, Alara’nın dersine giren, sınav kâğıdına not veren hocası, aralarında hiyerarşik bir ilişki var. Bu şiddettir, bu istismardır! O çocuğun ölümünde hocasının rolünün ne olduğunun iyice aydınlatılması gerekir. Ahlakçılık yapmak istemiyorum ama belirli bir etik düzlem vardır akademide; Üstelik böyle şeyler muhafazakâr çevrelerle sınırlı değil. Yani şiddeti sadece faşist çeteler, okula giren polis, Eskişehir’deki gibi maganda akademisyenler ya da idareciler üretmiyor. Öğrencisine psikolojik şiddet uygulayan akademisyenler de üretiyor. Sosyalist çevrelerin bu konuda çok daha hassas olması gerekiyor. Toplumla birlikte çürümek yerine, hâlâ şifa dağıtmaya yeltenmek, bu çürüyüşe ecza olacak kültür üreticiliğini sürdürmek gerekiyor.

Neler yapmalı?
»Burayı biraz açılım. Neler yapılmalı ya da nasıl yapılmalı?

Öncelikle üretim önemli. Sanıldığından daha etkili çünkü. Dikkat edin, AKP iktidarı pekiştikçe Türk Sağı tüm hatlarıyla bir kriz içine düştü. Sağın sanatsal-entelektüel üretimi, iktidar söylemlerini ve daha kötüsü tek adam ezberlerini tekrar etmekten öteye varamıyor. Toplumsal sorunlara ışık tutabilecek, bunlara pratik çözümler önerebilecek hiçbir şey ortaya çıkaramıyorlar. Uygulamada da böyleler. İnsanlara artık tekliflerle değil tehditlerle yaklaşıyor, kültüre değil “kültlere”, dinci-milliyetçi şovenliğe sarılıyorlar. Bu nedenle, ağır saldırı altında olsak da bizim, sosyalist solun üretebildiği ufak tefek şeyler bile, alternatif akademiler, sosyal sorumluluk alan eğitim girişimleri, mahalle çalışmaları vs. her şey rağbet görüyor aslında. Bu faşist rüzgâra Arapça namelerle eşlik eden sağcı mantık bu ülkenin kendi dokusuna uymuyor çünkü yaşamla çelişiyor. Milliyetçilikle, cinsiyetçilikle, dincilikle, sadece kitle psikolojisini tetikleyebilirsiniz. Ama etkiniz sadece bu geçici etkidir, fazlası değil. Bu yüzden sadece kitleler üzerinde etkililer, kolektif varlığın dokusuna yön verebilecek bir üretimleri yok. Zarar veriyorlar sadece. Kendi değer çöküntülerini topluma da yansıtıyorlar. Otoriteryen dil anomi üretiyor ve artık muhafazakâr insanlar bile bundan bezdi. Sosyalist solun kendi önermelerini topluma açması gerekiyor tam da bugün. Türkiye’deki insanlar sanki doğuştan muhafazakârmış, çaresiz vakaymış gibi davranmaya hiçbirimizin hakkı yok. Evet, yaptığımız ve yapmaya çalıştığımız her şey iktidar eliyle engelleniyor, hatta yok ediliyor. Fakat bizim her zamankinden fazla çalışmamız gereken dönem bu. Varsın egemenler savaş tamtamlarıyla dansöz oynatadursun, bu faşist kasırganın berisindeki tek umut olarak biz varız, sosyalistler var!