Şeytanın Avukatı filminde, iblise can veren pek meşhur abimiz Al Pacino diyor ya; “Kibir, en sevdiğim günahtır!” diye… Hah! İşte bu söylem, günümüz gerçekliğiyle, ne de güzel örtüşüyor, herkes inadına bencil ve olabildiğince kibirli, tek doğru benim, biz hep haklıyız kafası, kocaman yanlışlara yol açıyor oysa

“Kibir, en sevdiğim günahtır!”

Alper Turgut

Cumhuriyet gazetesinde yaşanan son gelişmeleri, harbiden hayretle ve ibretle izliyorum, elbette üstüne lak lak edecek halim ve mecalim var, çünkü onca yılımı verdim o ‘sosyal tesislere’ (arkadaşlarla aramızda adı buydu, huzurevi, orduevi ve benzeri tabirler de ziyadesiyle mevcuttu), adı geçenlerin büyük bir bölümünü bilirim, tanırım, samimiyetim pek olmasa da… Dünya görüşü ve olaylara bakış açısı baz alındığında, öncelikle eski yönetimle de, yeni yönetimle de aramda hayli mesafe bulunduğunu vurgulamak isterim. Yani ulusalcı kadrolar kadar, liberal taraflar da bana epey uzak, memleketimizde hatırı sayılır çoğunluktaki yapış yapış, yılışık, dümeni aniden kırmaya alışık solculardan nefret etsem de, daha ufacık bir velet iken tutmuş olan maya var olsun, istikametimi sol vicdandan yana belirlediğimi, rahatlıkla söyleyebilirim. Mantığımla ve adalet duygumla çelişen her işten, mümkün mertebe ırak durdum.

Yöneticilerine aldırmadan, yani onların her türlü iş bilmezlik, ayırım ve tuhaflıklarına rağmen, yine de yıllarca emek verdim gazeteye, üstelik kolluk güçlerince kah tartaklanıp, dövülme kah gözaltına alınma pahasına… Gazetecilik mevhumu, kişisel sorunların ve anlaşmazlıkların çok ötesindedir, hem de bir gazete sadece gazete değildir, sorumluluğun patrona, patroncuklara değil, okuyucuyadır, kol kırılır, yen içinde kalır klişesi de saçmalıktır, işte bir şekilde sızıyor, eninde sonunda her gerçek, kesinlikle ortaya çıkıyor. Her grup, en iyi gazeteyi kendilerinin çıkartacağını söylüyor, diğerini kötülüyor, aidiyetler, artık can çekişmekte olan bu güzelim mesleğin önüne geçiyor, dışarıda sabırsızlıkla bekleşen leş kargalarına da böylelikle gün doğuyor. Aidiyetler başa beladır, bağlılıklar, bağımlılıklara kolayca evrilir, hadi aidiyet hissi doğacaksa (özellikle çalışanlar açısından), bari bu yönetimlere değil, gazeteye olsun. İnsanlar gelir ve gider, yaşaması gereken gazetedir. Onu havuzun paçavrası yapmamak, onu muhalif ruhundan alıkoymamak, birinci görev ve ödev bu, zaten gerisi itiş-kakış, gerisi böğürtü, tam tekmil kuru gürültü!

Şeytanın Avukatı filminde, iblise can veren pek meşhur abimiz Al Pacino diyor ya; “Kibir, en sevdiğim günahtır!” diye…

Hah! İşte bu söylem, günümüz gerçekliğiyle, ne de güzel örtüşüyor, herkes inadına bencil ve olabildiğince kibirli, tek doğru benim, biz hep haklıyız kafası, kocaman yanlışlara yol açıyor oysa… Tarafların kısmen haklı, kısmen haksız olduğu, buna karşın kıyasıya vuruştuğu yerde, iktidarın sahibi de, kıs kıs gülüyordur elbet! Madem hepiniz muhalifsiniz, birleşip, gürleşip, güçlü bir içerikle, taze soluklu bir gazete koysaydınız ortaya, ama nerede? Bu küçük hesaplarla didişirken siz, büyük hesap, varlık fonunun da tapusunu üstüne almış çoktan…

Bakın, gazeteden koptuktan sonra, beni tek üzen şey, film eleştirilerimin internet sitesinde aynen korunup, sadece ismimin yok edilmesiydi. Rutin haber olur, imza konmaz, ortak üretim olur, hadi ona da konmaz, yahu eleştiri bu, öznel bir şey, kendi kendine mi yazılmış o, ne demek imzayı atmak, o vakit, arşive inin, gazetelerdeki imzalı haberlerimi kesip alın, beni tarihten silin. Hani kadim Mısır’da firavuna muhaliflik edenlere ceza, hiyerogliflerden isminin kazınmasıymış ya, o hesap! Yine de bu acımasız garabeti, gazeteye mal etmedim, dedim, bunu biri veya birileri yapmıştır, ne bileyim düşman bellemiştir, dost görünümlü kurt kafası yaşıyordur, ergence işlere merak sarmıştır falan filan. Özetle; nedenler kadar, sonuçlara da bakalım artık, biraz zaman, biraz şans tanıyalım, haaaa gazeteyi, güvenli limana sürükleyip bırakırlarsa, bizi birbirimize düşürmeye çabalarlarsa, hep beraber karşı çıkarız. Hele bir soluklanalım bakalım.
Gazete içerisinde yaşananlara şahidim, tanığım, derler ya, ciğerine kadar bilirim, aynen öyle. Gelen de, giden de hatalar yaptı, açık kapılar bıraktı, sırf bu yüzden, kiminin vebali, harbiden büyük! Öncelikle sıralı ve seri hatalar, havuz içerisinde gülüşen sırtlanlara, tirat atacak malzeme verdi, çünkü algılar, asri zamanların gerçek sanrısı, didişme, çemkirme, hedef gösterme ustaları için de biçilmiş kaftan, o kadar. Kıssadan hisse; Anılarım çok, anlatılacak şeyler de çok, lakin ne zamanı, ne de yeri değil!

Tam beş önce, Gezi’nin belki de tortusunda, hani Avrupa’dan Anadolu yakasına taşınmışken son sokak eylemleri, bir gözlemim vardı, paylaşmıştım; “Kadıköy’de sabahın ilk ışıklarına dek süren gaz bombası atmaca ve kaçıp kovalamaca filminin en can alıcı sahnesi şuydu; balkonda sigaramı içiyorum, gözlerim gazdan tavşan kırmızısına dönmüş çoktan, gençler, artık bilmem kaçıncı kez bizim sokağa girdi, ardından da maskeli polisler ve gaz fişekleri... Bir sokak köpeği, artık polise isyan ederek, üstlerine doğru, daha doğrusu aradaki gaz bulutuna doğru havlayarak ilerlemeye başladı, gitme, gitme, gitmeeee orada çok gaz var diye ardından seslendi, bağırdı ve hatta ne olur gitme diye yalvardı gençler, bu haylaz laf dinlemedi, hav hav diye ilerledi, sonra yüzüne tişörtünü dolamış iri kıyım bir genç, koşarak onun peşine düştü, köpeği gaz bulutunun tam ortasında kucakladı ve ardından hep birlikte sevinç çığlıkları atarak, köpekle birlikte sokağı terk ettiler. Ve sigaram bitti, polis de gaz atmak için başka bir sokağa gitti.” Sanki üzerinden bin yıl geçmiş gibi, arada ne çok örselendik, umutlarımız kırıldı, yaprak kımıldamaz oldu. Tez elden umarsızlık, karamsarlık çemberini aşmak, hasletlerimize tekrar kavuşmamız gerek.

Çünkü insanlar, çok daha zorlu zamanlarda, ayakta kalmasını, karşı çıkmasını, dik durmasını bildiler. Cumhuriyet Pazar Dergi için amcam Erdal Turgut ile söyleşmiştik, dokuz sene evvel, kanlı cuntayı cezaevinde karşılaşmıştın, anlatsana hele; “12 Eylül 1980 günü sabaha karşı, Sultanahmet Cezaevi’nde bir arkadaşımızı uyandırdık ve durumu söylediğimizde, ‘beni böyle ufak tefek şeyler için uyandırmayın’ dedi. 13 Eylül’de cezaevi personeli de şaşkındı ve o gün bekleşerek geçti.14 Eylül günü ise arkadaşımız, ufak tefek şeylerin ne olduğunu, bizimle birlikte gördü. Biz tek tip elbiseyi hiç giymedik, hazır ola geçip, ‘emredersiniz komutanım’ demedik. Bir avuç kalsak da direndik ve siyasal düşünceyi asla teslim etmedik. Dünyaya tekrar gelsem, yine devrimci olurdum. Düzenle asla uzlaşmaz, direniş cephesinde ve örgütlü yaşayış içerisindeki yerimi alırdım.” Öyle ya da böyle, dönmek kolay, devam etmek zor, güzel, değerli ve önemli olan biricik şey besbelli; hiçbir zaman, hiçbir koşulda ve hiçbir yerde savrulmayacaksın!