Kimler özerk üniversite istemez?

OĞUZCAN ÜNLÜ

Erdoğan’ın Boğaziçi Üniversitesi rektörlüğüne Melih Bulu’yu atamasının ardından akademik özerklik ve kamu üniversitesi gibi kavramlar kamuoyunda güncel bir şekilde tartışılıyor. Aslında yakından bakılacak olursa bir kurum olarak üniversitenin ne anlama geldiği ve nasıl yönetilmesi gerektiği konuşuluyor. Üniversitelerin özerk, demokratik, özgürlükçü ve şeffaf bir biçimde idare edilmesi büyük bir gerçek olarak karşımızda duruyor olmasına rağmen bu idare biçiminin siyasi iktidarlar ve egemen sınıflar için büyük bir tehlikeyi barındırdığını hatırlamak gerekiyor.

İKTİDARA KARŞI ÖZERK ÜNİVERSİTE

Üniversiteyi beton dört duvar değil, bireylerin özgür ve eleştirel düşüncesini geliştirdiği bir alan olarak tanımladığımızda özerklik kavramı hayati bir önem kazanıyor. Dünya Üniversiteler Servisi’nin 1988’de (WUS) yayımladığı bildirgeye göre, “Tüm yükseköğretim kurumları, ilgilerini toplumun karşı karşıya bulunduğu çağdaş sorunlara yöneltirler. Bu amaçla, bu kurumların müfredatları ve faaliyetleri bir bütün olarak toplumun ihtiyaçlarına yanıt verir. Yükseköğretim kurumları, kendi toplumlarında politik baskıları ve insan hakları ihlallerini kınamalıdırlar.” Eğer bir üniversite politik baskılara karşı temel insan haklarını bile savunamayacak hâldeyse o kurumun özerkliğinden bahsedebilmek mümkün değildir.

12 Eylül 1980 Askeri Darbesiyle oluşturulmak istenen YÖK düzeni özerk üniversiteyi yok etmeyi amaçladı. İhsan Doğramacı’nın Kenan Evren’le birlikte tahayyül ettiği üniversiteye göre tüm Türkiye’de üniversiteler aynı derstekimler-ozerk-universite-istemez-840835-1. aynı ders kitabını okutacak ve bunu da merkezi iktidarın kararıyla uygulayacaktı. Otoritenin doğrudan müdahalesiyle şekillendirilmek istenen üniversite anlayışı özgür ve eleştirel düşüncenin yeşerebileceği akademik ortamı hedef aldı.

1980’lerin başında YÖK yasası dolayısıyla Boğaziçi Üniversitesi’nden istifa edip çalışmalarına bir süre yurt dışında devam eden Reşit Canbeyli’nin “YÖK’ün Gölgesinde, Bilim Tarihi Işığında Bir Laboratuvar” kitabı, o günleri, kendini bilime adayan bir akademisyenin gözünden aktarması açısından çok faydalı bir kaynak. Canbeyli, “İstifa edenlerin ben dâhil en önemli iki gerekçesi YÖK yasasının üniversiteyi liseleştirip tektipleştirdiği ve çeşitli üniversitelerde cuntaca ‘seçilmiş’ bazı öğretim üyelerinin hiçbir gerçekçe gösterilmeden ve kendilerini savunmalarına izin verilmeden üniversiteden atılmış olmalarıydı” diyerek o günleri anlatıyor.

Günümüzde iktidara Boğaziçi’ne tepeden bir gecede iki fakülte açma cesareti veren yolların 1980’in hemen sonrasında askeri cunta eliyle döşendiğini görmemiz gerekiyor. Kaldı ki bugün Melih Bulu öğrencileri, hocaları ve öğrenci kulüplerini hedef gösterenlerle birlikte hareket ederek Boğaziçi’ne yine o cunta günlerini yaşatıyor.

Boğaziçi Üniversitesi hocalarının geçen ay düzenlediği “Kamu Üniversitesi İçin Özerklik Arayışı: Geçmiş, Kriz ve Gelecek” panelinde konuşmacı olan Nilgün Toker özerk üniversiteyi ‘cumhuriyet içinde cumhuriyet’ olarak tanımlamıştı. Merkezi ve otoriter devlet yapılanmasının tepesinde oturanların kendi iktidarlarını korumak adına buna izin vermeyecekleri gayet açık.

PİYASAYA KARŞI ÖZERK ÜNİVERSİTE

YÖK gibi uygulamalar üniversiteleri sadece devletin doğrudan müdahalesine açık hâle getirmeyi amaçlamaz ayrıca üniversiteyi serbest piyasanın ihtiyaçlarına göre şekillendirme amacını taşır. 1980’lerden itibaren neoliberalizmin bir gerekliliği olarak ‘piyasa fetişizmi’ üniversitelerin organizasyonlarında önemli yer tuttu. Üniversite kampüsleri mekânsal olarak piyasalaştı. ‘Üniversite Sanayi-Finans İşbirliği’ adı altında üniversiteler şirketlere bağımlı hale getirilmek istendi. Kenan Evren’in üniversiteleri emanet ettiği YÖK’ün kurucu başkanı İhsan Doğramacı’nın ilk özel üniversiteyi açmasıyla birlikte öğrenciliğin müşterilik üzerinden tanımlanmasının bir adımı atıldı.

Piyasalaştırılan üniversitelerin sermaye gruplarının tehdidi altına girmesi tıpkı siyasi iktidarların baskısına benzer şekilde özerkliği büyük ölçüde zedeliyor. Finans güçleri üniversitelerden eleştirel ve özgürlükçü düşünen bireyler yetiştirmelerini değil, şirketlere ucuz işgücü olabilecek personeller mezun etmelerini bekliyor.

Mete Kurtoğlu’nun derlediği “Neoliberalizm, Bilgi ve Üniversiteler” kitabında “Tehlikeli Düşünmek: Otoriter Zamanlarda Yükseköğretimin Rolü” makalesinde Henry A. Giroux piyasa güçlerinin verdiği tahribatı hatırlatıyor.kimler-ozerk-universite-istemez-840836-1. Giroux’un, “Dünya genelinde serbest piyasa köktenciliğinin güçleri refah devleti, yükseköğretim, sendikalar, temel hak ve özgürlükler tarafından sağlanmış ve tarihsel olarak güvence altına alınmış sosyal hüküm ve haklara karşı bir savaş açarken, eğitim sistemini bir özelleştirme düzensizleştirme ve metalaştırma kültürünün yeniden üretimi için kullanıyor” sözleri söz konusu tahribatı özetliyor. Giroux buna karşın, “Özellikle yükseköğretime ilişkin eşitlikçi ve demokratik etkileri geri kazanmak için toplumsal tahayyülü canlandırmaya ve kamu yararını savunmaya ihtiyaç var” diyerek toplumsallık ve kamusallık vurgusu yapıyor.

2008 Finansal Krizi’nin etkilerini hâlen üzerinden atamayan neoliberal ideoloji, özelleştirme süreçleriyle devletin küçüldüğü yalanını söylerken aynı anda şirketleri kollayacak şekilde devletin kendini yeniden organize ettiği gerçeğini yıllarca saklamaya çalıştı. Sağ popülist, baskıcı ve otoriter hareketler bu sırdan fazlasıyla besleniyor. Bundan dolayı üniversitelerde özerk, eleştirel, demokratik ve özgürlükçü süreçleri güçlendirmenin yolu siyasal iktidarın ve piyasanın saldırılarına karşı kamusal üniversite eğitimini savunmaktan geçiyor.

Önümüzdeki günler özerk-kamusal yükseköğretim mücadelesinin bir parçası olarak, rektör atamalarına karşı üniversitelerde öğrencileri, hocaları ve emekçileri kapsayacak şekilde aşağıdan yukarıya taban inisiyatifine dayanarak örgütlenen yeni demokratik mekanizmalar doğurmaya açık görünüyor.