Barınma ihtiyacımızı karşılayan konutlar bizim için zorunlu metalar. Eşitsizliği derinleştiren olgu da tam olarak bu. Serbest piyasa bizleri hayata dair tüm arzularımızdan vazgeçerek sahip olduğumuz kısıtlı kaynağı tamamen zorunlu ihtiyaçlarımıza ayırmak zorunda bırakıyor.

Kira, serbest piyasa ve fırsatçılık

MERT KARACA

Küresel koronavirüs salgını Türkiye ve dünyada sarılması çok güç, hayatın her alanına sirayet eden ekonomik yaralar açtı. Kısıtlamaların biraz gevşemesi, okulların yüz yüze eğitim verecek şekilde açılması ve hizmet sektörünün tekrar canlanmasıyla birlikte gelen işe alımlar ve atamalar bu yaraların en derinlerinden birini fark etmemize vesile oldu: Artan konut kirası bedelleri…

Toplumsal bir fenomenin ortaya çıkış süreci her zaman hayranlık uyandırıcıdır. Birbirini hiç tanımayan, birbirinin varlığından dahi haberi olmayan, çok uzak coğrafyalardan milyarlarca insan bir anda aynı konu üzerinde ortaklaşır. Kira kriziyle ilgili de şu an deneyimlediğimiz şey tam olarak bu. Dünyanın dört bir yanından bu krize karşı gerçekleştirilen eylem haberlerini okuyoruz. Sokaklarda ve sosyal medyada milyonlarca insan sanki önceden anlaşıp ağız birliğine varmışlarcasına konut kira bedellerinin ne kadar pahalı olduğundan yakınıyorlar. Bu tabii ki de bir tesadüften ibaret değil. İktisadi altyapının sosyal yaşam pratiklerini nasıl doğrudan etkilediğinin, dönüştürdüğünün ve tetiklediğinin en güncel örneklerinden biri. Dolayısıyla bu ortaklaşmayı mümkün kılan da kapitalizm ve onun bağımlı olduğu serbest piyasadan başka bir şey değil.

Serbest piyasa ekonomisinin nasıl tanımlanacağına ve hangi dinamiklere tabi olacağına dair birçok görüş var elbette. Ama en temel ve pedagojik yaklaşım, metaların fiyatlarının herhangi bir merkezi politik otoriteye bağlı olmaksızın tamamen tüketici ve satıcı arasındaki arz ve talep ilişkisine bağlı olarak belirlenmesi diye özetlenebilir. Bana sorarsanız bu tanım saçmalığın daniskası. Çünkü bu tanım, kapitalizmin en temel çelişkilerinin gizlenmesine bağlı. Öncelikle, burada tüketiciden kasıt aslında üretici. Yani emeğiyle ürettiği metaları hak ettiğinden az olan maaşıyla satın almaya çalışan işçi. Dolayısıyla, her ne kadar yukarıdaki tanımda denk tarafların orta yol bulması gibi bir ima bulunsa da serbest piyasa ekonomisi sermayedarların emekçiler üzerinde kurduğu ekonomik diktatörlükten başka bir şey değil. Bir başka deyişle, markette her şey daima sermaye sahibinin lehine işliyor.

Kira konusuna geldiğimizde bu eşitsizlik daha da derinleşiyor. Tüketim sosyolojisi çalışanlar zorunlu metalarla lüks metaları birbirinden ayırmayı çok severler. Burada zorunluluğa yapılan referans, bir kişinin bir gününü sağlıklı bir şekilde tamamlayabilmesi ya da daha basit bir tabirle hayatta kalabilmesi için gereken metalara yönelik. Barınma ihtiyacımızı karşılayan konutlar bizim için zorunlu metalar dolayısıyla. Eşitsizliği derinleştiren olgu da tam olarak bu. Serbest piyasa bizleri hayata dair tüm arzularımızdan vazgeçerek sahip olduğumuz kısıtlı kaynağı tamamen zorunlu ihtiyaçlarımıza ayırmak zorunda bırakıyor. Günün sonunda hepimizin önceliği başımızı sokacak bir yer bulabilmek. Bu uğurda ağır bedeller ödemeye mecbur bırakılıyoruz ve bu bedeller karşısında da şu an olduğu gibi toplumsal bir şaşkınlık yaşıyoruz.

İşte fırsatçılıktan kastettiğim şey bu acizliğin sömürülmesi. Yaşadığımız sağlık kriziyle birlikte gelen ekonomik krizden çıkış yolları arıyoruz. Bunu yaparken kolektif bir yaklaşımdansa neoliberalizmin bize dikte ettiği bireyciliği esas alıyoruz. Böyle bir atmosferde mülk sahipleri de en kestirme çıkış yollarından biri olarak fahiş kira bedelleri talep etmeyi uygun görüyorlar. Benim odaklanmak istediğim ve tadımı en çok kaçıran olgu ise bunun nasıl meşrulaştırıldığı. Kapitalizm, neoliberalizm ve serbest piyasa üçgeninin üzerimizdeki tahakkümü iki kulvarda vuku buluyor: Ahlaki ve yasal.

Etik değerlerimiz, kurumsallaşmış bu iktisadi yapıların etkisi altında şekillenmekten kurtulamıyor. Neyin doğru neyin yanlış olduğuna karar verirken sürekli bu ideolojik tahakkümün aygıtları tarafından empoze edilen değerlere başvuruyoruz. Para kazananı övmek, her koyun kendi bacağından asılır demek, başarı ve başarısızlık hikâyelerini köşeyi dönme fenomeni üzerinden kurgulamak bu değerlerden doğan yaklaşımlarımıza örnek olarak gösterilebilir. Bu yüzden olsa gerek, kira krizine karşı gösterdiğimiz reflekslerdeki taleplerimiz ilkel bir pazarlık sonucu fiyat düşürme ya da siyasi otoriteden birazcık kira yardımı beklemeden öteye pek gidemiyor. Şatafat içinde yaşayanların varlığını bile unuttukları mülklerinin kamulaştırılıp evrensel barınma hakkı çerçevesinde değerlendirilmesi fikri bize nedense ‘çok radikal’ geliyor. Fakat bu ahlaki hassasiyeti duvarları dökülen evlerine asgari ücretin üstünde kira isteyen mülk sahiplerinden bekleyemiyoruz.

Tabii ki burada ikinci faktörün etkisini de göz ardı edemeyiz. Bu ekonomik sistem belli bir ahlaki anlayışa bizi itmekle kalmıyor, hukuki aygıtlarıyla bizi ona adeta mecbur kılıyor. Serbest piyasanın ve özel mülkiyetin korunması yasalarımız için o kadar merkezi konumda ki bunların esenliğine karşı çıkan herkes en ağır şekilde cezalandırılıyor. Dolayısıyla zamanın şartlarından doğan fırsatçılığı kaçırmayan mülk sahibi sadece yasal haklarını kullanıyor gözükürken, ona karşı çıkanlar toplumun düzenini ve işleyişini bozmaya neden olmakla suçlanıyor.

Peki, ne yapmalı? Kâğıt üstünde tüketicinin serbest piyasadaki fiyatlandırmayı etkileme şansı var. Bunun pratikte de geçerli olması için tüketicilerin atomik varlıklar, sadece kendi işine bakan bireyler olmaktan çıkmaları gerekiyor. Birileri söylene söylene o iğrenç evleri o fahiş fiyatlara tutmaya devam ettiği sürece bu fırsatçılığın da arkası kesilmez. Fakat bu da uygulanabilir bir çözüm değil tabii ki. İnsanlara bir süre evsiz kalmalarını, yeterince beklerlerse biraz daha ucuza ev tutabileceklerini söyleyemeyiz. Bana sorarsanız bundansa konutların kamulaştırılıp ihtiyaçlar doğrultusunda yeniden dağıtılması pratikte çok daha kolay. Son zamanlarda Almanya ve ABD’de bu çözüm talebinin merkeze alındığı sosyal hareketlere denk geliyoruz. Türkiye’nin bu noktaya gelmesi için daha çok zamana ihtiyacı olduğunu düşünebilirsiniz. Ama ben aksini iddia ediyorum. Türkiye için yoksulluk her geçen gün daha da yakıcı bir hâl alıyor. Kim bilir, belki de emlak ilan sitelerindeki yıkık dökük banyolu evlere istenen dört bin liralık kiralar geniş çaplı bir sosyal hareketin kıvılcımını ateşleyebilir. Kapitalizme ve serbest piyasaya karşı eşitliği, özgürlüğü, insanca yaşamı savunan bir hareketin…

Solsiyaset.org’dan alınmıştır.