Otoriter devletçiliğe geçiş bazı üçüncü dünya ülkelerinde, örneğin Şili’de ve Türkiye’de olmuştu. Birinin 1973 Eylül’ünde diğerinin ise 1980 Eylül’ünde gerçekleşen darbeler hem rejim değişikliğini hem de otoriter bir devlet biçimine geçişi ifade ediyordu.

Kırk yıllık otoriter rejimden çıkış

Galip Yalman

Türkiye’de ve dünyada kapitalist sistemin karşısında olan meselelere değinmek istiyorum. Rejim değişikliğine ilişkin olarak, ülkemizde anayasa değişikliği tartışmalarına bakarsanız hep bir rejim sorunsalı içerisinde tartışıldığını biliyoruz. 82 Anayasası’nın bizi hapsettiği tartışma bu sorunsala bağladığı sürece çözümsüzlükleri beraberinde getiriyor. Bilinçli olarak toplumsal hayattan kopuk şekilde empoze ediliyor. Anayasa değişiklikleri yapılarak mevcut Anayasa çerçevesinde -miş gibi yapılıyor.


Rejim sorunu ile sıkıştıkça meselenin özüne inilmiyor. Toplumsal güç ilişkileri dışarıda bırakılıyor. Siyasi rejimi devlet biçimi ile birlikte düşünmek gerekiyor. Devlet biçimi tartışmanın dışında bırakıldığı sürece iktidar blokunun dışında kalan toplumsal kesimlerin mücadele olanakları da gündem dışında kalıyor.
Kapitalizmin 20. yüzyıldaki tarihi farklı devlet biçimlerinin de tarihi. Burada son yarım yüzyılın Marksist çerçevede sürdürülen tartışmaların önemli bir unsuru olan Polantzas’ın yol gösterici katkılarını anmak gerekiyor. Onun vurguladığı gibi devlet biçimi tartışmasını birlikte değerlendirmek gerekliliği bu sorunları daha net ele alabilmek için, eksik kalan önemli bir boyut olan toplumsal yaşamla siyaset arasındaki bağlantının kurulabilmesi için gerekli. Günümüzde de farklı ülkelerde yeniden gündeme gelen faşizm tartışmaları açısından da önem kazanıyor. Faşizm bir yönetim biçimi. Demokratik rejimden faşizme geçiş sınıf mücadelesi sonunda toplumsal düzene tehdit olarak görülen yükselen sol tehlikeye yanıt olarak ortaya çıkıyor.

Solun düzene tehdit olmaması için sınıf temelli siyaseti gündemden düşürmekte başarılı oldu neoliberal sistem. Buna bağlı olarak şunu da vurgulamak gerekiyor; 1930’larda Latin Amerika’da da Avrupa’da da iktidara geliş ve iktidarda kalma biçimleri çok tartışmalı yönetimlerin varlığı da bir gerçek. Brezilya’da Meksika’da örneğin iktidara gelen ve kıta bağlamında popülist diye tanımlanan hareketler de otoriterlerdi ancak faşist değillerdi. Popülist denmesinin sebebi çalışan sınıfların toplumsallığı doğrudan doğruya dışlayan değil hayat standartlarının gelişmesine istihdama belli oranda yarar sağlayan ama otoriter olan, sol popülist niteliktelerdi. Franco’nun iktidara geldiği bir İspanya’da yine otoriter sağ yönetimler söz konusuydu. Toplumsal hayatla kurulan ilişki dolayısıyla demokratik olup olmaması kadar da önemli devlet biçimine yönelik tartışmada.

1930’lar dünya kapitalizmi için bir kriz dönemiyse 45-70 dönemi ise özellikle kimi sanayi ülkeleri için altın çağ olan, demokratik, çalışma hayatına ilişkin çok ciddi ilerlemelerin olduğu ama sistem içi bir süreç, 70’lerde krize giriyor. Polantzas, güçler ayrılığı çerçevesinde yeni bir devlet biçimini işaret ediyor bu süreçte. Bu tanımın özelliği o ki otoriter şekilde güçlenmektedir yürütme sürecinde. Otoriter devletçilik yeni bir devlet biçimi olarak gündeme geliyor. Krizin sermayenin lehine emeğin aleyhine itici güç olarak ortaya çıkarmasını gündeme getiriyor. Polantzas’ın İtalya, Almanya, Portekiz, İspanya gibi örnekleri istisna sayarken bu otoriter yeni devlet biçimlerini istisna olmayan bir biçim olarak görüyor. Thatcher ile simgeleşen, devletin ekonomideki rolünün Keynesyencilikten piyasa devlet zıtlığı çerçevesinde emek aleyhine yeni bir düzenin getirildiği bir sürecin olabileceğine ilişkin bir tanımlama yapıyor. 1930’larda da 1970’lerde de olduğu gibi kapitalizmin krize girdiği dönemlerde de devletin biçiminin otoriter şekilde değişmesi ve düzenlenmesi fikri öne çıkıyor. 80’lerden sonra belirginleşen neoliberal uygulamalar iktidarlar değişse de devam ediyor. İngiltere’de 18 yıllık muhafazakâr iktidarın yerine Blair geldiğinde de değişen pek bir şey olmuyor. Bu değişiklikler rejim değişikliği olmadan parlamenter çerçevede devam ederken emek sermaye güçlerinin toplumsal güç olarak değişimini anlamak açısından demokratik devletten otoritere geçiş olarak anlamak anlam kazanıyor.

Belli bir otoriter devletçiliğe geçiş bazı üçüncü dünya ülkelerinde, örneğin Şili’de ve Türkiye’de olmuştu. Birinin 1973 Eylül’ünde diğerinin ise 1980 Eylül’ünde gerçekleşen darbeler hem rejim değişikliğini hem de otoriter bir devlet biçimine geçişi ifade ediyordu. Askeri diktatörlükler bittikten sonra da bu ülkelerde otoriter rejimler devam etti. Bu tarihsel sürecin değerlendirilmesi açısından, 1980’ler Brezilya’sında askeri yönetimden sivil yönetime geçildiği zaman meclis 3 yılda yeni bir anayasa yapıyor ve neoliberalizme belli açıdan ters düşen bir anayasa yapılıyor. Seçilmiş meclisin de kurucu meclis olarak çalışmasının bir örneği. Otoriter devlet biçimi Polantzas’ın dediği gibi istisna değilse, günümüzde farklı örnekleri de bu çerçevede değerlendirdiğimiz zaman 83 ANAP iktidarıyla başlayan, kendilerine göre güçlendirilmiş parlamenter sistemin, toplumsal güç dengeleri emeğin aleyhine şekilde kesin olarak değişerek otoriter devletin devamı olarak görmek mümkün.

kirk-yillik-otoriter-rejimden-cikis-971447-1.
1983 seçimleri sonucunda ANAP tek başına iktidar olmuştu.


Bu süreç belli bir dönemde kalmadı. Ancak bu sistem krizden krize sürüklenmeye de engel olmadı ekonomik olarak. Günümüze geldiğimizde 2008, neoliberal süreçte en önemli kriz. Sanki 2008 öncesi ve sonrasında neoliberal politikaların ortaya çıkışında bir fark varmış gibi neoliberal otoriterleşme gibi analizler görüyoruz. Bu yanlış çünkü 80’ler itibariyle devlet biçiminin de analiz dışı kaldığını gösteriyor. Kemer sıkma politikalarının çalışanlara yüklenmesiyle de başka bir şey çıktı. Seçilmemiş unsurların, IMF, AMB ve AB üzerinden kurulan Troyka’nın ülkelerin toplumsal bölüşümüne doğrudan müdahale eden bir konuma geldiğini görüyoruz. Bunun ulus devlet düzeninde de ne kadar güçlü olduğunu gösteriyor.

Otoriter devlet biçimi sadece ülke sınırlarıyla yetinmeyen, hükümetlerden de öte devam eden bir anlam kazanıyor. Teknokratlar ülkenin bir parçası haline geliyor. Aslında sermayenin uluslararasılaşması 45 sonrasına dair olsa da devlete ilişkin politikaların nasıl belirlendiği açısından çok önemli sonraki süreç, stratejik değişim anlamında. Rejim değişikliği olmadan da otoriter devlet biçiminin ulus devlet sınırları dışına da çıkarak nasıl mümkün olduğunu gösteriyor. Belli bir otoriter devlet biçiminden bir başkasını da düşünmemiz gerekiyor. Doğu Avrupa ve benzeri yerlerde yaşanan şeyler faşist deyin demeyin daha farklı şeylerin de gündemde olduğunu gösteriyor. Bu anlamda baktığımızda da herhangi bir yönetimin rıza zor üstünden düşündüğümüzde bu otoriter devletin rızadan yoksun olduğunu düşünmememiz gerekiyor. Bu ekonomik sosyal politikaların varlığını sürdürmesi, olumsuzlarının seçilmemesi üzerinden de bir siyasi, rıza üretimi niteliği kazandırıyor.

Ama bu ekonomik niteliğinin değiştiği anlamına da gelmiyor. Ülkemize bakarsanız da 1980 sonrası nasıl tanımlarsanız tanımlayın sınıf temelli bir hegemonya Cumhuriyet tarihinde ilk kez kuruldu. Bunun da kimi savrulmalarla devam ettiğini tartışmaya değer buluyorum. 75-80 arası krizde emek gücüne ilişkin korkuların gündeme geldiği bir zamanda bu tercih yapıldı.

1980’de çizilen yolda devam edildiği sürece Derviş ile anılan değişimleri de hesaba katarak düşündüğünüz zaman, 98-08 dönemini tek siyaset iki hükümet olarak düşünürsek mesele bir hegemonya krizi değildir. Alternatif arayışlar söz konusudur ama idam cezasının kaldırılması ve benzeri önemli değişikliklere rağmen de çalışma yaşamına dair düzenlemeler sürdüğü sürece otoriter devlet biçimi devam eder. 80’ler sonundaki değişimi gözden kaçırmamıza gerek yok ama ana eksen değişmemiştir.

Türkiye’ye doksanlarda sınıf mücadelesi gündemden düştüğü anda kimlik eksenli mücadele gündeme gelmiştir. Laiklik-siyasal İslam meselesi ve Kürt sorunu problematiği tartışıldı. Bugün de gündemimizde bu sorunlar. Laiklik otoriter devlet biçimi açısından sol siyasetlerin önem vermesi gereken konular. Muhalefetin gündemde çok tutmaması, iktidarın da Kürt sorununu baskı altında aldığı bir süreçteyiz. Ne yapılabilir sorusunu sorduğumuz zaman sınıf temelli siyaset gündem dışında tutulmak zorunda onlar açısından. SEKA, TEKEL direnişleri oldu bu başka bir şey. Günümüze kadar gelen süreçte, 2016 darbe meselesine gelen süreçte de rejim tartışmaları aldı başını gitti. Ama hep emek sermaye boyutu arka planda kaldı. Bugün geldiğimiz noktada da demokratik mücadelenin hayata geçirilmesi için ne yapabiliriz?

Kapitalizmin hâlâ 2008’deki krizinden sıyrılamadığı, pandemi döneminde alışılmamış uygulamaların gündeme gelmesi, çalışanların işsiz ve ücretsiz kalmaması için devletlerin kaynak aktarması gibi gerçekler var ama bunlar bakıldığı zaman şöyle bir manzarayı ortaya çıkarıyor: kapitalizmin kendi içerisinde krizini nasıl aşabileceği tartışmasında da sağdan da soldan da kesişme noktası Gramsci’nin kriz tanımı; “Eskinin bittiği ama yeninin doğmadığı…” Yeninin ne olması gerektiği de tartışılıyor. Sermaye lehine düşünülmesinin şart olmadığı, teknolojik gelişmenin emeğe zarar verdiği, bunun değişeceği yeni bir toplumsal düzenin tartışılacağı bir ara dönem önümüzde gözüküyor. Pandemi kapitalist krizin derinleşen yeni bir yönünü ortaya çıkardı. Yeniden üretim krizi. Pandeminin ön cephesi olarak ifade edilen çok geniş bir kesimin kendi yaşamını sürdürebilmesi ciddi bir krize dönüştü. Yoksulluk ve toplumsal eşitsizlikle mücadele ve dönüşüm yeni bir konu oldu.

Ancak acaba neoliberalizm sona mı eriyor, devlet kapitalizmi yeniden belirgin bir özellik mi kazanıyor deniliyor. Neoliberalizm devletin dışlandığı küçüldüğü bir proje değildi, bir devlet projesiydi, merkezinde olduğu bir sistemdi. Devlet bir toplumsal mücadele alanı olarak düşünüldüğü sürece buna karşı çıkıp yeni direniş süreçlerinin tartışılacağı bir ara döneme mi girdik? Bu tartışmaların bir de Türkiye versiyonu var.

CHP eğer iktidara gelirse Merkez Bankası’nın bağımsızlığı için mücadele edeceğini söylüyor. Burada bir sorun var çünkü Türkiye gibi uluslararası finans çevrelerinden kaynak aktarımıyla ayakta kalan bir ülke, bu piyasalara uygun, iştahlarını karşılayacak, büyük sermayenin de iştahını doyuracak arayışlar meydana getiriliyor. Oysa AKP neoliberalizmden kopuk filan değil. Tersine finans sektörünün merkezinde olan, toplumsal mekanizmalardan kopan, finansallaşma sürecinin devam edeceğini müjdeleyen bir iktidarla karşı karşıyayız. Merkez Bankası’nın bağımsızlığı gibi bir şeye karşı alternatifimiz ne? Merkez Bankalarının para politikalarının yoksullukla mücadeleyi gündeme getirecek şekilde düşünülemez mi? Örnekleri 80 öncesi var. Ama bunlar düşünülemez gibi gösterdiğiniz zaman hem otoriter devlet rejimi içerisinde kalıyorsunuz, hem de toplumsal desteğini isteyeceğiniz kesimlere bir şey veremiyorsunuz. Solun alternatif önerilerini, emek dünyasını rahatlatacak güçlendirecek politikaların güçlendirilmesi gerektiğini, bunu da oluşturacak siyasi öznenin oluşumunu da bu ara dönemde düşünmek gerekiyor. Demokratikleşmeyi de bu kimlik temelli mücadeleden öte ancak yok saymadan düşünmek gerekiyor. Geldiğimiz noktada yok saymak mümkün değil. Ancak örneğin İspanya’da kendisini sosyalist olarak nitelendiren bir çalışma bakanının olabildikçe yaratıcı önerileri var, bunların farkında olalım. Şili açısından bakarsak da bir toplumsal devrim süreci. Neoliberal dönüşüme karşı öğrenci hareketinin ciddi bir karşıtlığı olması bugün cumhurbaşkanının o harekette olması ama aynı zamanda o meclisin de hem sınıf hem kimlik mücadeleleri için önemli bir alana dönüşmesi. Otoriterden demokratiğe bir devlet biçimine dönüşmesi için sadece sınıf temelli değil aynı zamanda demokratik temelli de bir dönüşüm olması gerekiyor.

Otoriter devlet biçimi çerçevesinde yaşıyoruz 82’den beri. Meseleyi sadece parlamenter sistem talep ederek çözebilmek mümkün değil. Ancak zorluklar aşılmak içindir.