Yeni kitabını okurlarıyla buluşturan Murat Şahin “Bu hikâyeler geçmişle hesaplaşmak için değil, özlemle anılsın ve hep yanımızda olan çocukluğumuzu okura hatırlatma için yazıldı, yazılmaya devam edecek” diyor.

Kitaplar eski fotoğraflar gibidir

Mehmet ÖZÇATALOĞLU

Hikâyelerinde 90’lı yıllara alıp götüren, o günleri anımsatan, o günleri yaşatan Murat Şahin ile Biz Kitap’tan yayımlanan 'Sevmek Eskidenmiş Güzelim' adlı kitabını ve hikâyeciliğini konuştuk.

Kitaplarınızın ilginç adları var. Öykü başlıklarınız da öyle. 'Son Tren', 'Esnaf Lokantası' ve şimdi de 'Sevmek Eskidenmiş Güzelim'. Bunları düşünme, karar verme süreci nasıl yaşanıyor?

Hikâye yazarken içimden geçenleri, aklımda uçuşanları en iyi anlatacak cümleyi bulmak için dakikalar, saatler, günler, haftalar harcadığım zamanlar oldu. Derdim hiçbir zaman en iyiyi, en güzeli anlatmak olmadı. Hep en doğalın peşinden koştum. Okurun sadece alt okumalarına değil, günlük yaşamlarına, geçmişlerine de dokunmak istedim. Kalbi ile düşünceleri arasına hep bir köprü kurmak istemişimdir. Okuru itinayla temizlediği/unuttuğu geçmişine bir yolculuğa çıkarıyorum. Kimisi bunu çocukluğumuzun hayal perdesi sinemayla, kimisi bir fotoğraf karesiyle yapıyor. Ben sözcüklerle… Her zaman o geçmişe döndürecek sihirli harfleri özenle birleştiriyorum. Okur kendi hikâyesini benden dinliyor. O nedenle o kadar tanıdık ve bildik geliyor. Hani bir söz var “Anlatılan senin hikâyen” Babaannemin dediği gibi “Bildin mi?” Öykü isimlerim hayatın birer parçası. Sevgilisinden ayrılacağı gün veya ülkesini, şehrini terk etmek zorunda kalan biri Son Tren’e binmez mi? Esnaf Lokantası’nın sahibi sokağımızın, mahallemizin esnafıdır. Sevgilerin, aşkların gecelik, saatlik olduğu şu dönemde sevmek eskidenmiş diye geçirmiyor muyuz?

Öykülerinizde/anlatılarınızda ağırlıklı olarak çocukluğunuzu, dolayısıyla 90’lı yılları okuyoruz. Benim için de çocukluk o yıllar. Hafızamı tazeliyorum adeta yazdıklarınızı okurken. Unuttuğum birçok şeyi yeniden hatırlıyorum ve mutlu oluyorum. Neden anlatılar hep çocuklukta ya da o yıllarda geziniyor?

Ne güzel demiş Edip Cansever Manastırlı Hilmi Bey’e İkinci Mektup şiirinde “Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk hiçbir yere gitmiyor” Toplumsal hafızamızı diri tutmaya çocukluğumuzdan başlamalıyız. Ne güzel yazmışsınız sorunuzun içinde “Hafızamı tazeliyorum adeta yazdıklarınızı okurken.”

kitaplar-eski-fotograflar-gibidir-1002399-1.

Siz benim çocukluğumu (Aslında sizin de söylediğiniz gibi hepimizin çocukluğu) satırların içinde bulduğunuzda kendi geçmişinize dönüyorsunuz. Uzun zaman önce unuttuğunuz anılar, olaylar, resim olup, film olup kalbinizde ve düşüncelerinizde hareket etmeye başlar. Bir bakarsınız çocukluğunuz orada duruyor. Hiçbir yere gitmemiş. Çocukluk hepimiz için çok önemlidir. Eski arkadaşlarımızla buluştuğumuzda hep çocukluğumuzu, kırdığımız camları, komşunun bahçesine girip daldığımız erik, iğde, dut ağaçlarını, topumuzun patlatan Ekrem amcamızı hatırlarız. Kimse bugünden bahsetmez veya çok az bahsi geçer.

Ne demiş şair aynı şiirin içinde “Adım cemile ya, çok severim adımı ben / Çocukluğudur insanın adı.” Bu hikâyeler geçmişle hesaplaşmak için değil, özlemle anılsın ve hep yanımızda olan çocukluğumuzu okura hatırlatma için yazıldı, yazılmaya devam edecek.

Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk/Hiçbir yere gitmiyor” dizelerini doğruluyorsunuz adeta şairin. Bizim kuşak bugüne göre daha mı şanslıymış çocukluk konusunda? Yoksa biz öyle görmek istediğimiz için mi böyle düşünüyorum. İlişkilerin sıcaklığı, samimiyeti, paylaşım vs. Bugünün çocukları aynı hisleri yaşayabiliyorlar mı?

Bizim kuşak her zaman daha şanlısı olacak. Biraz önce de bahsettiğim gibi yetmiş dokuz yaşında bir kişi benim öykülerimi okuyup, “Evladım beni çocukluğuma götürdün” diyebiliyor. O kişinin yarı yaşındayım ama bizden önceki kuşak ile aramızda çok fazla fark yok. Teknoloji bu kadar gelişmemişti. Şimdi bizden sonraki iki kuşak arasında bile çok fark var. Tüplü Televizyon/Led Televizyon, Bilgisayar/Laptop/Tablet, Telefon/Cep Telefonu… Teknolojinin hızına yetişmek imkânsız, bizler ağaçtan düşüp kolumuzu kırardık. Şimdiki çocuklar oyun konsollarının kablosuna takılıp kafalarını, kollarını kırıyorlar. Sokak kültürü bitti. Kötü dönem, çocuklarımızı sokaktan sildi. Evimizin bahçesi kültürü, yerini apartmanımızdaki dairemizin balkonuna bıraktı. Çünkü bizler Alilerin, Ahmetlerin bahçesinde oynardık. Üstümüz başımız, toz pas kir olurdu. Meşe oynamaktan ellerimizin üstü çamur olurdu. O çamur soğuktan derimize işlerdi. Ne kadar yıkasak çıkmazdı, hep izi kalırdı. İşte o çocukluğun izidir. Ne yazık ki bizim çocuklarımızın ekrana bakmaktan gözleri bozulduğu için olsa olsa gözlük izi olur.

“Kitaplar eski fotoğraflar gibidir” diyorsunuz bir öykünüzde. Çok hoşuma giden bir ifade oldu bu. Bunu yazdıran bir taşınma hikâyeniz var. Her fotoğrafın bir öyküsü olduğu gibi her kitabın bir fotoğrafı vardır muhakkak?

Sevdiğim kadına hediye olarak yağmurlu bir İzmir günü Attila İlhan’ın 'Bela Çiçeği' şiir kitabını almıştım. Kitabı cebimden çıkaramadan terk edildim. Aslında bir ayrılma buluşmasıymış. Yıllar sonra o yağmurdan kenarı ıslanmış kitabı gördüğümde o güne gittim. Haklısınız her kitabın olmasa da birçok kitabın bana ait bir hikâyesi ve fotoğrafı var. Mesela Nazlı Eray’ın 'Kız Öpme Kuyruğu' veya Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun 'Dol Karabakır Dol' gibi, Ferhan Şensoy’un 'Oteller Kitabı'... Saymakla bitmez.

Murat Şahin imzalı bir yazıyla karşılaştığımda çocukluğuma dair neler bulacağımı merak ederek okuyorum. Bundan sonraki süreçte yeni öykülerde yine o yıllar olacak mı?

Çocukluğumu/çocukluğumuzu yazmayı seviyorum. Okur sıkılsa da yazmaya devam edeceğim. Gökyüzü gibi hem hiçbir yere gitmiyor hem de uçsuz bucaksız bir derya deniz benim için.