Eski dünyanın hızla ölmekte olduğu aşikâr. Yenisini kurmak elzem. Fakat bu, geçmişle bağımızı koparmak anlamına gelmiyor. Tarih ve arkeoloji geçmişe olduğu kadar geleceğe dair de yanıtlar veriyor.

Kıyılar ve küller

Semiha Durak

Bundan ikibinbeşyüz yıl önce "dünya vatandaşıyım" diyerek kozmopolit sözcüğünü 21. yüzyıla armağan eden Diyojen, Karadeniz kıyılarındaki Sinop’tan Atina'ya göç eden bir mülteciydi. İskender'e “gölge etme" demekten çekinmeyen isyankar bir aktivist; her şeyin azında kararında olması gerektiğini savunan bir minimalistti. Varlıklı bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelip kendi sınıfını seçen; darphane işçilerine dağıtmak için para basarak “paranın düzenini bozduğunu” söyleyen bir anarşistti. Başka bir dünya hayali kuran ama bunu nasıl yapacağını bilemeyen 21.yy insanlarına ayrı ayrı serpiştirilmiş bu özellikler, Diyojen’de bir bütün olarak vücut bulmuştu.

Çıplak ayaklarıyla Atina sokaklarında dolaşır, elindeki feneri insanların yüzüne tutarak şöyle dermiş: “insan arıyorum, gerçek bir insan.” Diyojen’e göre felsefe, söz olup uçması için değil, eyleme dönüşmesi, hayatta karşılık bulması için var. Bu düşüncesi, ondan binlerce yıl sonra doğup birkaç yüzyıla birden damgasını vurmuş bir filozofun, Marx’ın şu sözünü anımsatıyor: Filozoflar bugüne dek dünyayı çeşitli biçimlerde yorumladılar, asıl mesele değiştirmektir. Diyojen'in varlıklı bir aileden gelmesi ve paranın düzenini bozması da "Marx’ın yanında ben sadece ikinci kemanım" diyen Engels’i hatırlatıyor bana.

Dünya vatandaşlığı kavramının en çok karşılığını bulduğu bir yüzyıldan; küresel ısınma, yoksulluk ve mülteci krizi gibi ülkeler arası sınırları kaldıran sorunlar ve bağlantılar çağından geçiyoruz. Sorunlar bu kadar gerçek, sınırlar bu kadar hayaliyken dünyayı yöneten siyasi liderler dünya vatandaşlığından, Diyojen’den miras kalan bu kozmopolit ruhtan korkuyor. İngiltere’nin en berbat başbakanlarından biri olarak tarihe geçen Theresa May, tarihin çöplüğünde kaybolmadan az önce "dünya vatandaşı olduğunu iddia edenler, hiçbir yerin vatandaşlarıdır" demişti. Her daim ötekileştirilmeye çoktan alışmış "hiçbir yer insanlarının" buna alındığını sanmıyorum. Ama Theresa May’in doğduğu Eastbourne kasabasını gördüğümde, böylesine tatlı bir sahil kasabasının May gibi bir karakteri dünyanın başına salmış olmasına ben alındım.

Eastbourne'a gitme nedenim ne Theresa May, ne de güzel bir sahil kasabası olmasıydı. Marx'ın suç ortağı Engels’in küllerinin Eastbourne kıyılarındaki kayalıklardan savrulduğunu duydum ve iflah olmaz bir romantik olarak kendimi orada buldum. Engels ve Marx'ın en sevdiği kıyı kasabalarından biriymiş Eastbourne. Burada yaptıkları uzun yürüyüşlerde çıkan seslerin, sözlerin ve fikirlerin rüzgâra karışıp yok olmadığını biliyoruz; Engels'in burada savrulan külleriyle yok olup gitmediğini bildiğimiz gibi. Kendilerinden sonra gelen filozof, tarihçi ve bilim insanlarına bıraktıkları o eşsiz mirasa tutunuyor hala dünya.

Şimdi, o mirasa tekrar bakmaya her zamankinden de çok ihtiyaç var. En başa dönüp sorgulamaya, tarihi yeniden yazmaya...Her şeye baştan başlamaya, savrulsa da kaybolmayan küllerden yeniden doğmaya. Küllerinden doğan Anka Kuşu gibi.

Her şeyin başladığı yere dönmek; geçmişi ve geleceği bütünsellik içinde görmek ve anlamlandırmak; böylece değişmez, yıkılmaz bilinen ne varsa değiştirebilmek umudu ilk ne zaman kalbimi çaldı bilmiyorum ama sanırım o an arkeolog olmaya karar verdiğim andı. Makinasız zaman yolculuğu gibi geliyordu arkeoloji. Geçmişin karanlık yüzüne fener tutmak ve tarihin derinliklerinde kaybolan insanı, gerçek insanı aramak gibi...

Arkeoloji öğrencisi olarak elime tutuşturulan ilk kitap, Gordon Childe'dan olmuştu: Kendini Yaratan İnsan. Avustralya’da konservatif bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Gordon Childe da kendi sınıfını belirleyenlerden biriydi. Marksist arkeolojinin kurucusu, tarımın ve neolitik devrimin insanlık tarihindeki önemini keşfeden bir arkeologdu. Sınıfsal farkların ve sömürü ilişkilerinin insanlık tarihinin başlangıcından beri var olmadığını söylüyor, yenilmez yıkılmaz olmadıkları mesajını veriyordu. Onun Engels'ten etkilenen fikirleri, teorileriyle yola çıkıp Anadolu toprakları altında insanı, gerçek insanı aramaya koyuldum ben de. Ama ilk çalıştığım kazı Allianoi da, baraja karşı savunduğum Hasankeyf de sular altında kayboldu. Toprağın altında ve üstünde bulduklarımdan geriye şimdi masal gibi anlatılan yaşanmışlıklar kaldı. İlerici fikirlere, yeniliklere açılamayan kadrolar; kişisel hırslar ve çatışmalar dünyasında, düşler ve idealler gerçek hayatta ne yazık ki karşılığını bulamıyordu.

Bizim kuşağın ortak mirası olan yersizlik yurtsuzluk ve her daim ötekilikle yoğrulan kalbim, “başka bir deniz” umuduyla kendini yollara vurdu. Londra'ya gelip vaktiyle Gordon Childe'in direktörlüğünü yaptığı Arkeoloji Enstitüsü’nün kapısından girerken, arkeolojinin 19. yy’da ilk kurulduğu zamanki konvansiyonel yapıdan burada da uzaklaşamadığını görmeyi beklemiyordum. Bazı şeyler belli bir dönemde sabitlenip kalmış sanki. Travma yaşayan insanlarda olduğu gibi, yıllardır türlü travmalar geçiren dünya bütün katmanlarıyla hissiz ve donuk, olduğu yerde kalmış gibi. Bitmeyen savaşlar ve krizlerle iyimserliğini kaybeden dünya, teknolojik olarak ne kadar ilerlemiş olsa da değişmeyen düzenin getirdiği sıkışmışlıktan sıyrılıp gerçek özgürlüğüne kavuşamıyor.

Gordon Childe da bu sıkışmışlık halinden ve politik olarak kapıldığı umutsuzluktan boşluğa düşmüş. Hiçbir yerden olmak, insanı başka türlü bir dünyaya duyduğu özleme ve çaresizliğe karşı dayanıklı kılmıyor. İyimserliğini yitiren Gordon Childe'in bu dünyadaki serüveni kıyılardaki kayalıklardan küllerinin değil, kendisinin savrulmasıyla son buluyor. Tesadüfler ve metaforların kucaklaştığı hayatı hüzünlü bir hikâyeye dönüşüyor. Ahir zamanlardan geçtiğimiz duygusunun hâkim olduğu şu günlerde geçmişe yapışıp kalan hüznün uzakta kaldığını söylemek güç. Bombalar, savaşlar, salgınlar, yangınlarla kuşatılmış zamanlardan, iklim felaketinin yokoluşa sürüklediği bir dünyadan geçiyoruz.

Eski dünyanın hızla ölmekte olduğu aşikâr. Yenisini kurmak elzem. Fakat bu, geçmişle bağımızı koparmak anlamına gelmiyor. Tarih ve arkeoloji (manipüle edilmedikleri sürece) geçmişe olduğu kadar geleceğe dair de yanıtlar veriyor. Yok oluşu beklediğimiz felaketler çağında, arkeolojinin toprakta açtığı çatlaktan süzülen ışık, tarihin derinliklerinde kaybolan gerçek insanı bulabilir, içinden geçtiğimiz çağı "hem tanıdık hem yepyeni" bir varoluşa taşıyabilir.

Güzel şeyler, umut veren yenilikler de oluyor. Ege kıyılarındaki Bozburun'da, Anka Kuşu ile aynı anlama gelen Phoenix antik kentinde, savrulsa da kaybolmayan küllerden "yeni nesil arkeoloji" doğuyor. 19. yy’da başladığı biçimiyle konvansiyonel ve hiyerarşik yapıda bir arkeolojinin 21. yy’da karşılığını bulamadığı farkındalığıyla yola çıkan Phoenix Arkeoloji Projesi’nin anahtar kelimesi; bütünsellik. Arkeolojinin insana, doğaya ve evrene dair her şey hakkında bir sözü olduğuna, disiplinlerarası paylaşımın ve dayanışmanın gücüne inanıyorlar.

Marksist teorisyen Guy Debord'un 1950’lerde ortaya attığı Psikocoğrafya kavramı ilk kez Phoenix’te arkeolojiyle buluşuyor. Bir yeri, bir kenti bilinçaltına iner gibi tanımak ve onu yeniden hayal etmek için kullanılan psikocoğrafyanın aslında arkeoloji için bir zorunluluk olduğunu görüyorum. Phoenix ekibi, yöre halkıyla birlikte çıktıkları uzun yürüyüşlerde yaptıkları gözlemleri, ortaya çıkan fikirleri rüzgârda savrulup kaybolmadan ortak hafızamıza kaydediyor. Yalnızca buluntulara, "görkemli yapılara, tapınaklara odaklanmayan, asıl meselesi olan insan ve hikâyelerini ıskalamayan" bir arkeoloji kuruluyor.

Yöre halkıyla işbirliği ve dayanışma içinde, karşılıklı öğrenerek birlikte çalışmak, şimdiki zamanın Taşlıca köyünü de, geçmişin Phoenix antik kentini de birlikte sahiplenmek, sürdürülebilir bir geleceğin kurulmasında önemli. Geçen yaz Ege’yi kasıp kavuran orman yangınlarının iklim değişiklikleriyle bağlantılı olduğu gerçeğini de düşününce, sahiplenip korumak ve birlikte çözüm üretmeye çalışmak yaşamsal bir zorunluluk haline geliyor. İklim hareketinde arkeolojinin aslında ne kadar önemli olduğunu belki de ilk kez bu kadar net görüyorum. Önceki çağlarda burada yaşamış halkın, geçmişteki iklim değişikliklerine ürettikleri çözümler şimdiki zamana ilham olabilecek nitelikte.

Sorunlar küresel, sınırlar bu kadar hayaliyken kimse dünya vatandaşı olmadığımızı iddia edemez. Ama Phoenix proje direktörünün bir söyleşide söylediği gibi “pergelin bir ayağı değmeden küreselleşmenin imkânı yok.” Yaşadığımız kıyılarla kurduğumuz bağ ile varolabilir, onu koruyup geliştirdiğimiz noktadan çemberi genişletip yeni bir gelecek, yeni bir dünya kurabiliriz. Kendini yaratan da, geleceğini kuracak olan da insanın kendisinden başkası olmadığına göre durduğumuz kıyı her neresiyse orayı değiştirip dönüştürmekten başka çare yok. Eskinin ölmesi, birşeylerin sonunun gelmesi o kadar da kötü değildir belki. Yeniden başlamak, kıyılardan savrulsa da kaybolmayan küllerden yeniden doğmak da mümkün.

Phoenix Projesi hakkında daha fazla bilgi için: https://www.phoenixprojesi.com/en/homepage/