Kızıldere tarih, bellek ve ütopya

LEVENT HEKİM

Mart, toplumsal mücadeleler tarihi açısından önemli olayların cereyan ettiği bir ay olma özelliği taşıyor. Özellikle Türkiye açısından, toplumsal mücadelelerin pik yaptığı bir dönemin, kırılma anlarının açığa çıktığı bir tarih olarak belleklerde yer etmiş bir ay. 12 Mart muhtırası egemen sınıfların, yukarıdakilerin toplumsal mücadeleleri ezme girişimi olarak tarihe kaydedilmişken, 30 Mart Kızıldere’de THKP-C önderlerinin katledilmesi, başka bir dünya mücadelesinin kolektif bir edimi, bir parlama noktası olarak tarihe geçti. Tarih, geniş toplumsal kesimlerin ve dönemi yaşamış devrimci öznelerin belleklerinde, yeni bir kalkışmanın, itici gücü olma misyonu üstlendi. 70’lerin ikinci yarısından 12 Eylül 1980’e kadar süren ve ülkenin tarihindeki büyük kitlesel mücadelelere esin kaynağı olan etkilerden birinin, bu misyon olduğu söylenebilir.

MAĞLUPLARIN DEVRİMCİ ÜTOPYASI

Devrimci mücadele tarihinde mağlubiyetlerin, gelecek mücadeleler açısından bir esin kaynağına dönüşmesi, tarihsel materyalizmin bellek algısının döneme damgasını vurmasıyla ilintilidir. Bellek çalışmaları yapan Enzo Treverso devrimci bir tarih anlayışının belleğe dair reçetesinin 20 yy.’da net olduğunu ifade eder: “Geleceğimizi tasarlayabilmemiz için geçmiş olayları tarihsel bilincimize kazıyıp kaydetmemiz gerekiyordu. Mevzubahis geçmişteki özgürlük mücadelelerinin stratejik anısıydı.” Görüldüğü gibi bu anlayış gelecek odaklı bir belleği işaret ediyor. Bu tanımlama geçmiş ve gelecek arasında, ütopya ve bellek arasında dinamik bir ilişkiyi şart koşar. Bu bağlamda, geriye dönüp baktığımızda devrimci mücadelelerin deneyimleri bu anlayışı doğrular niteliktedir. 19.yy’dan 20.yy’ın sonuna kadar ki süreç, devrimci öznelerin tarihle olan ilişkisini bu anlayış şekillendirmiştir. Marx 1848 yenilgisinin ardından 18 Brumaire’de, 19.yüzyıl devrimlerinin şiirini gelecekten çekeceğini söylerken, yıkıntıların arasında bir umut ilkesini işaret ediyordu. Proletarya yenilgilerden ders çıkararak, bir sonraki kalkışmada silahlarını ve hedeflerini daha doğru seçecekti. Fransa’da İç Savaş eserinde mağlupların, gelecek mücadelelere esin kaynağı olacağına dair yaklaşım daha büyük bir coşkuyla selamlanmaktadır. “İşçilerin Paris’i, komünüyle, ilelebet yeni bir toplumun müjdecisi olarak selamlanacaktır. Şehitleri işçi sınıfının büyük yüreğinde yatacaktır. Onu kırmaya girişenleri tarih şimdiden edebi çöplüğe göndermiştir ve papazların bütün doğaları onları oradan kurtarmaya yetmeyecektir.” Bolşevik Devrimciler ise kendilerini komünü yaratanların devamcısı olarak görüyorlardı. Rosa Luxemburg bastırılmış bir ayaklanmanın içerisinden konuşuyor, ölmeden önce yazdığı son mesajında büyük devrimci hareketlerin uğradığı yenilgilere değinerek, sosyalizm her daim daha güçlü, daha geniş bir tabanla geri döndüğünü vurguluyordu. Bu örnekler daha da çoğaltılabilir. 20. yüzyıla damgasını vuran tüm büyük mücadelelerde devrimcilere ilham veren geçmişle ve gelecekle kurduğu diyalektik bağın kendisidir.

Ülkemizde ise 1970’lerin ikinci yarısında, büyük kitlesel mücadeleyi yaratan ve devrimci öznelere esin kaynağını olan, 1970’lerin başlarında öldürülen, katledilen devrimcilerin dünyayı kolektif olarak değiştirme iradelerinin ve başka bir dünya ütopyalarının kendisiydi. Bu anlamada Kızıldere önemli bir momentte durur. Kızıldere’ye giden süreçte, ülkedeki toplumsal mücadeleye damgasını vuran THKP-C olmuştur. Mahir Çayan başta olmak üzere önderlik kadrosunun katledilmesiyle birlikte hareket yenilgiye uğramış, ancak hareketi bütün yönleriyle ve dinamik bir şekilde sahiplenen Devrimci Yol dönemin en kitlesel hareketine dönüşmüştür. Geçmişin sahiplenmesine dönük bütünlüğün omurgasını oluşturan, teorik tartışmalar bu yazının konusunu aşacaktır. Ancak Devrimci Yol’un gelenekle, geçmişle kurduğu bağı anlamak açısından, birkaç noktaya değinilecektir. Devrimci Gençlik Dergisi’nin 28 Mart 1977 özel sayısında “Geçmiş Karşısında Doğru Devrimci Tavır Ne Olmalıdır” başlıklı yazı geçmişle kurulan ilişkiye dair bir yöntem önerir. Yazının girişinde 71 yenilgisinin nasıl anlaşılması gerektiği vurgulanmaktadır. “Ülkemiz devriminin ve onun vazgeçilmez ön koşulu olan bağımsız bir devrimci hareketin, bu yenilginin devrimci dersleri üzerinden yükseleceğine şüphe yoktur.” Bununla paralel olarak geçmişin değerlendirilmesine dair gelecek odaklı bir yaklaşım metot önerilir “Genellikle geçmişe yaklaşımımızı bugün ki görüşlerimizin belirlediği savı ihmal edilir. Oysa bugüne bakışımız, bugünün sorunlarını kavrayışımız dünü değerlendirişimizi koşullandırır. Dünü bugün ki görüşlerimiz açısından değerlendiririz”. Mağlup olanların devrimci mücadeleye esin kaynağı olabilmesi, ütopyasına yol gösterebilmesi geçmişin doğru bir değerlendirmesiyle mümkündür. Yazının sonundaki uzun paragraf devrimci bir tarih anlayışını can alıcı bir şekilde ortaya koyar:

“Geçmişin Kemalizm sorunu, suni denge sorunuydu; şuydu, buydu diye parça parça çekiştirilip durularak ve böyle sözde geçmiş eleştirilerinden başlayarak ilkesiz eklektisizmden, kafa karışıklığından ve tam bir siyasi bulanıklıktan başka bir yere varılmayacağı için; işte tam da bu yüzden geçmişin devrimci, bütünsel ve sağlıklı bir değerlendirmesinin, ancak bugünün somut sorunları ve temel meseleleri konusunda bütünsel bir bakış açısına sahip olan devrimci bir hareket tarafından yapılabileceğini söylüyoruz. Eleştiri ancak o zaman geçmişin inkârı olarak değil, geçmişin bugün ve gelecek içindeki yerinin kavranılması olarak, geleceğin bir ipucu bir yol göstericisi olarak ortaya çıkabilir.”

ÜTOPYANIN KAYBI

Enzo Treverso Solun Melankolisi kitabında tarih ve bellek arasındaki iletişimi şu şekilde tanımlar: “Tarihle bellek arasındaki etkileşim, verili bir tarihsellik rejimi içinde şekillenir. Yani belli bir anda bir toplumu şekillendiren geçmiş deneyimi ve bu deneyimin nasıl algılandığı, söz konusu etkileşimin anahtarıdır. 20 yüzyıl devrimler çağı olarak yaşandı ve geçmişin devrimci mücadelelerin, geçmiş devrimcilerinin özlemlerinin gelecek devrimci mücadeleleri esinlendiği, onların kolektif özgürleşme projelerinin sahiplenildiği, gelecek odaklı bir tarih anlayışı toplumsal belleği şekillendirdi. Reel sosyalizmin çöküşü, kapitalizmin nihai zaferinin kabul edilmesi, geçmiş deneyimin algılanma biçimini değiştirdi. Ütopyanın şimdiye hapsedildiği bir zaman anlayışı geçmişle gelecek arasındaki diyalektik bağı kesintiye uğrattı. Kapitalizmin doğallaştırılması, galiplerin tarihinin kabul edilmesi özellikle dönemi yaşamış öznelerin belleklerinde başka bir dünya tasarrufunu imkânsızlaştırdı. Geçmiş devrimci mücadeleler dönemi olarak değil, bir şiddet dönemi olarak görülüyor. Geçmiş dünyayı değiştirmek gibi tehlikeli bir ayartıya karşı bir uyarı gibi görünüyor. Artık geçmişin tanıkları bir kurban ve mağdur adına konuşuyor. Kolektif bellek bitmek bilmeyen bir yas çalışmasına dönüşmüş durumda. Mağluplar yerini kurbanlara bıraktı. Kurbanlar özellikle genç kuşaklara dünyayı değiştirme gibi mağlup kuşakların tehlikeli ütopyalarına kapılmamaları telkininde bulunuyor. Geçtiğimiz haftalarda 12 Mart’a dair yapılan mülakatların birinde, dönemi deneyimlemiş öznelerden biri “darbenin demokratik bir muhtevaya sahip olduğunu, ancak Mahir’lerin Elrom eyleminden sonra, darbe yönetiminin antidemokratik bir muhteva kazandığını söylüyordu.” 21. yüzyılın başlarından bugüne zamana dair bu anlayışa dair birçok örnek verilebilir. Bugün kapitalizmin kriziyle birlikte kapitalizmin sonsuz olduğuna dair imge kırılsa da, yeni bir ütopyanın açığa çıkmadığı koşullarda şimdicilik zaman algısı, etkisini sürdürmeye devam ediyor. Bu zaman algısı Kızıldere’de emperyalizme ve oligarşiye karşı, eşit özgür demokratik bir Türkiye mücadelesi görmüyor. Orada katledilen genç kurbanlar görüyor ve onların hatıraları boş anmalara dönüştürülüyor.

ÜTOPYAYI YENİDEN KAZANMAK GEREKİR

Kapitalizmin krizinin yaşandığı bu dönem ütopyayı yeniden düşünmek gerekiyor. Devrim ve sosyalizmin anısının yitirildiği, gizlendiği, hafızalardan silindiği ve kurtarılması gerektiği bir zaman dilimi içerisinde, geçmiş devrimcilerin matemini tutmak değil, devrimciliğe karşı duran bir çağda devrimci projeyi baştan düşünmek gerekiyor. Benjamin tarih üzerine tezlerinde bugünden geçmişe yapılan bir kaplan sıçrayışından bahseder. Geçmiş ve gelecek şimdide tezahür etmektedir. Geçmişi yeniden harekete geçirerek, geleceği kurmak ancak şimdiye yapılan siyasi bir müdahale ile mümkündür. Geçmişin bu şekilde çağrılmasına Benjamin hatırlama adını verir. Hatırlamak onun açısından geçmişi kurtarmak anlamına gelir. Ancak geçmişi yeniden tekrar etmeye çalışmak anlamına gelmez, onların yarım kalmış hayallerine şimdide hayat kazandırma anlamına gelir.

Kızıldere’nin 49. yılında bizlere düşen de On’ları hatırlamaktır. Onların ütopyalarına, başka bir dünya mücadelelerine sahip çıkmak, yaşadığımız çağın karanlığında On’ların mücadelesinin açığa çıkardığı parıltıyı yakalamaktır. On’ları hatırlamak şimdiye kapanmamış ütopyayı kurtaracak bir tarih ve o tarihin şekillendirdiği bir bellek anlayışla mümkün olabilecektir. Tarih soyut, olayları kayda geçiren boş bir zaman olmaktan öte, bir mücadele alanıdır. Bu zaman anlayışı çerçevesinde, On’ları hatırlamak, şimdinin zamanında tek adam rejimini sonlandırmak ve yarım kalmış “eşit, özgür demokratik bir Türkiye” ütopyasını gerçekleştirme için mücadele etmek anlamına gelir.