Aklım amcamdı, seni çok özledi, yanına geldi. Leylim Ley’i senmişsin gibi söyleyen can dostlarım var. Elimden tutan da kuzen kardeşlerim. Kendini bize bırakmışsın aslında. Bir kokunu getiremedi kimse bana.

Kızının kaleminden İlhan Erdost: Piknik yolunda

Alaz Erdost*

- Babaaaa ne olur Leylim Ley’i aç, baba yaaa ne oluuurrrr…

- Kızım daha kaç kere dinleyeceksin, sıkılmadın mı?

- Aç baba hadiii, sesini de aç. Sen de söyle ama. Bağırarak söyle.

- Tamam bak açıyorum ama bir şartla. Dönüşte arabayı sen kullanacaksın.

- Nasıl yani, rakı içmeyecek miyim? Olmaz.


- Bak hiç kabul ediyor mu? Peki peki ben 1 kadeh içerim. Al bakalım şarkını, açtım.

- Ses lütfeeeennn.

- Yavrum sana neyi söylemeyi unuttum, hani şikâyette bulunmuşlardı ya senin için, şu karakolda beklettikleri olay. Takipsizlik verildi ona.

- Zaten biliyordum babacığım, sen orada olursun da bana bir şey yapabilirler mi?

- Bak bak laflara bak. Gül’üm bu kıza ne yaptık da böyle cümleler kuruyor. Bak her dediğini yaptırıyor bize bu şekilde, farkına bile varmıyoruz.

- Şair yeğeniyiz herhalde, el aldık.

- Yok, bence ablandan geçti bu yetenek. Daha küçücüktü, parmağında oynatırdı bizi. Bir bakar bir gülerdi, tüm derdimizi unuturduk. Halan bir kere kızmış Türküler’e, çiğ hamur yiyor diye. “Seni babana şikâyet edeceğim” demiş. Türküler de demiş ki “ Vay benim hamurcu kızım der babam, kızmaz bana”. Hiç kızar mıyım hamurcu kızıma.

- Peki benim ilk konuşmamı da anlatsana biraz. Ben ablamdan daha geç konuştum, değil mi?

- Tabii, Türküler daha 1 yaşında değildi konuştuğunda. Sen daha geç konuştun. Çok sessiz bir bebektin Alaz’ım sen. Kocaman gözlerinle bakardın, gülücükler saçardın sadece.

- Sonradan şımardım herhalde. Barışta şımarttı her istediğimi alarak, beni harçlıklara boğarak. Sahi harçlık demişken üniversite için kitap alacağım. Bana birazcık fazla para verirsin herhalde bu ay?

- Alaz bak yine canının istediği yere bağladın konuyu kızım. Suya götürüp susuz getirirsin sen insanı.

- Tamam bu konuyu kapatıp başka bir konuya geçiyorum hemen. Ders seçme dönemi geldi ya baba, hangi dersi bıraksam karar veremiyorum.

- Alaz, ona bir rahat zamanda bakalım yavrum. Aceleye getirmeyelim.

- Tamam babişkom ama son bir sorum daha var. Bizimkiler doğum günümde ufak bir kaçamak yapıp bir yerlere gidelim diyorlar. Şöyle 8-10 kişi. İlkbaharın gelişini de kutlamış oluruz hem.

- Vizelerinize finallerinize bakın, gidin tabii. Gitsinler değil mi Gül’üm sınav falan yoksa?

- Ya tamam sen gidin dedin işte. Tamam, annem de tamam dedi. Tamam oldu bu iş.

- O zaman biz önceden pastanı keselim. Bak o yeni doğduğun zamanlar geldi aklıma birden. Ne zor günlerdi. Her gün bir arkadaşımızı, yoldaşımızı yitiriyorduk. Elimiz yüreğimizde geziyorduk. Hatta toprağa vermeye gittiğimizde bile kaybettiklerimizi, ya gözaltına alınıyorduk ya kurşun yiyorduk. Senin adını “Alaz” koyduğumuzda bir ahbabımız dedi ki “Çocuklarınıza bu isimleri vermeyin. Kaybedersek ileride hayatları güç olur. Belli oluyor adlarından solcu oldukları”. Ben de dedim ki “Bu daha başlangıç, oğlumuz olursa eğer, onun adını da “Dağlarca” koyacağız. İsteyen istediğini anlayabilir”.

- Keşke olsaydı bir de erkek kardeşimiz canikom. Abla, düşünsene ne eziyetler ederdik. Sürekli bakkala onu gönderirdik. “Okula bile gitmiyor diye” ağlatır, eğlenirdik.

- E iyi ki olmamış o zaman kızım baksana, çocuğu mahvedecekmişsiniz.

- Olur mu hiç, nasıl severdik. Ama ablamın işi iki kat zor olurdu. İki küçük, şımarık kardeş.

- Hiç sanmam. Ablan seni o kadar heyecanla bekledi ki. Sen doğmadan, seninle her şeyi paylaşması gerektiğini öğütlemiştik. Bir akşam annenle salonda oturuyoruz, sen içeride beşiğinde uyuyorsun. Ablan koşarak yüzünde kocaman bir gülümsemeyle yanımıza geldi. “Leblebilerimi kardeşimle paylaştım” dedi. Bir fırladım odana, ağzın leblebi dolu. Hemen çıkarttım bir şey olmadan neyse ki.

- E çocuk haklı, paylaşmış işte. Canım ablam.

- Bakın şurası, aşağıdaki ağaçlıklar güzel. Alan da geniş. Park edeyim. Mangalı da su kenarında yakarım.

- Tavlayı attın değil mi bagaja baba?

- Atmaz mıyım, bir boyunun ölçüsünü almadan döner miyim bu piknikten?

- Peki sabah biz uyurken ekmek arası da yaptın değil mi, mangal yanana kadar ölürüz açlıktan.

- Elbette kızım. Ablanınki maydanozlu. İki tane hırka da koydum arabaya. Biri ablana biri sana. Üşümeyin kızım, sırtınıza alın inince.

- Peki buraya park ettin tamam da nasıl ineceğim ben oraya? Ayağım kayar.

- Tutarsın elimden, hiçbir şey olmaz.

Adın yaşıyor
Bana bir şey olmadı.
Annem Alaz’ım, yavrum dedi.
Soğuklarda ablam ısıttı.
Tatile, pikniğe, okula eniştelerim götürdü.
Bebekliğimi teyzemden dinledim.
Başım sıkıştığında kapımda bekleyen dayımdı.
Bir telefonla koşan hukukçu dostlarım oldu.
Okumam gereken kitapları, bizi bir dakika bırakmayan arkadaşların düşündü.
Anneannemle dedem, kızım dedi; peşimizden koştu. Halam en sevdiğim yemekleri yaptı — maydanozsuz.
Çocuğuna ismini vererek seni onurlandıran yoldaşların oldu. Adın yaşıyor.
Yazı yazıyorum arada bir, orada “baba” diyebiliyorum, yetmese de.
Cenazelerimize, anmalarımıza gelip bize güç veren yüz yüze tanışmadığımız canlarımız var.
Kızdırmaktan zevk aldığımız kardeşlerimiz de doğdu, lokmasını hiç koşulsuz paylaşan da oldu.
Aklım amcamdı, seni çok özledi, yanına geldi.
Tavlada boyumun ölçüsünü alan, Leylim Ley’e eşlik eden, Leylim Ley’i senmişsin gibi söyleyen, mangal yakan, rakı kadehimi tokuşturduğum can dostlarım var.
Düşmeyeyim diye elimden tutan da kuzen kardeşlerim.
Sen giderken kendini bize bırakmışsın aslında.
Bir kokunu getiremedi kimse bana.


*12 Eylül’den sonra 7 Kasım 1980’de gözaltında katledilen Yayıncı İlhan Erdost’un kızı.