Fakat Remzi homurdanıyor: Yok usta, mümkünü yok, olmalı bizim iş! Kendi kendine söyleniyor, açılıyor içtikçe. Serde bitirimlik de var tabii

Kızkaçıran

ONUR CAYMAZ

Karşı masada oturuyor Halit; yüzünden mor dumanlar geçmekte, saçları beyaz, babayani...

Pavyondalar.

Halit’e uzak masaların birinde dört taşralı görüyorum, kara kuru, esmer adamlar: Remzi, Dombili, Siktirik, Osman. Sarışınları sever hepsi... Ekmeğin kenarıdırlar, sert yeri; suyun yücesi. Yurtsuzdur tutkuları, svevinci bile yüzlerine, gözlerine bulaştırırlar...
Yüksek topuklar. Tepede dönenen kristalden, ten rengi çoraplara yansıyan adı konulmamış, ağrılı renkler. Meyve tabaklarında, az evvel yenmiş portakalın suyuna karışan fıstık kabukları kayık olmuş gidiyor... Karanlıkta parıldayan kadınlar, gece denizinde ay ışığı; kasabanın yoksulluğuna yakışmayacak kadar fiyakalı, salınıp duruyorlar.

Dombili çekingen, dizlerini bitiştirmiş.

Osman alıp götürecek bu karılardan birini, güzelce yumulacak... İyi ama hangisine? Fark eder mi? Ona göre hepsi şeker bunların, can hepsi. Hepsinin maşallahı var. Şeyin içinde reçel, elbet bunlar da geçer öyle değil mi diye düşünüyor.

Siktirik az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik tekerlemesindeki uz’u bilemiyor. Oradaki uz ne demek acaba? Bebeği var, iki yaşında. Masal öğrenmek istiyor, anlatabilmek için. Utanıyor.

Sevdiği kızı başka birisiyle nişanladıkları için bugün buraya, karı bakmaya geldiler Remzi’ye. Çivi çiviyi sökermiş; böyle buyurdu Osman Ağbi. Gönlünü eğlesin garip, hem karı dediğin başka ne işe yarar?

Fakat Remzi homurdanıyor: Yok usta, mümkünü yok, olmalı bizim iş! Kendi kendine söyleniyor, açılıyor içtikçe. Serde bitirimlik de var tabii. O ara aklına geliyor, türkü: Aşağıdan acı poyraz acılar / Yukarıdan kuru çamlar gıcılar / Suya giden mor belikli bacılar / Aranızda nazlı yârim var m’ola. Üzülüyor: Kız kaçırmak kolay mı: En evvela ilkin, para lazım bana usta! Acı kırmızı masa örtülerine dalmış, elinde tükenen buğulu kadeh.

Az ötedeki masaların birinde, hafif karanlıkta, un fabrikası sahibi, Remzi’nin müstakbel kayınpederi oturuyor, yanındaki arkadaşlarına sarılırcasına, kollarını iki yanındaki sandalyelere uzatmış. Güvenli. Zira zengin... Gözlerinin altında torbalar, alnı terli.

Halit’in kaç gündür seğiren sol gözünde, o eski kurt yüzünde anılar gidip geliyor hep. Bir şey isteyecek, garson aranıyor.
Duvarlar nasıl da soğuk! Neden zamanla her şey, şimdinin, şu anın güzelliğinde bitmez? Kıştır. Kasaba meydanında, havuzun suyu buz tutmuştur. Her şeyde, her zaman mor ışıklar oluyor yalnız... Dışarıda ayaz. İçerde hiç kimse yerinden kalkmak istemiyor. Fakat doğruluyor Halit bir masalda dev sanki. Elinde, biraz evvel gözleriyle aradığı garsonun getirip masaya bıraktığı şişe. Parayı bulmuş demek... Kim bilir nereden?

Bizimkilerin masasına yanaşıyor eski bir vapur gibi yavaşça. Oturuyor yanına Remzi’nin. Elini çelimsiz omzuna koyuyor, parmakları kocaman. Sıkıyor, babacan. Ulan aslan gibi çocuk bebeye dönmüş üzüntüden. Şak! Koyuyor şişeyi masaya. Büyük rakıdır bu: “Ulan oğlum, başınızda bir büyük olmadan içmeyin lan,” diyor.

Uzayıp giden, dağılan sigara dumanları arasında gülüyor hepsi. Silik fotoğraflara dönüşüyorlar benim o söylenmemiş, duyulmamış karanlık hikâyeler albümümde.

Dışarıda kar...