İçinde yaşadığımız koca dünya korkunçluklarla dolu. Reha Erdem’in gerçekçilikle işi olmayan filmleri bana bazen gerçeklikten daha da karanlık, daha da umutsuz geliyor

Koca Dünya: Cennetten kovulma

Koca Dünya’nın başlangıç bölümü, Reha Erdem sineması şehrin gerçekliğine mi döndü acaba dedirtiyor. Bresson minimalizmiyle ve görece hızlı bir tempoda geçen bu açılış bölümünden sonra gerçek dünyadan ayrılıp Reha Erdem’in kurduğu film dünyasına adım atıyoruz. Artık bir Reha Erdem filmindeyiz. Fakat Reha Erdem karakterleri ve temaları filmin başından beri bizimle zaten. Bu temalar neredeyse hiç değişmiyor. Çocuklar ve yetişkinler arasındaki uzlaşmaz çelişkiler, anne ve babanın olmayışı ya da varsalar da işlevlerini yerine getiremeyişleri, masumiyetin tecavüze uğraması ama yine de bir ölçüde korunması... Kuşaklar arasındaki sorunların çözümüne yönelik bir umudu yok Erdem’in. Tek olası çözüm olarak gördüğü geriye, daha ilkel bir döneme geri dönüş. Yani hayvanla insan, doğayla uygarlık arasında bir sınırın ve cinsel tabuların olmadığı, kardeşlerin ensestiyöz bir birliktelik sürdürebildiği bir döneme geri dönülebilse belki sorun çözülecek. Böyle bir dönem ancak kutsal kitapların tarif ettiği cennette var. Reha Erdem de Koca Dünya filminin kardeş olduklarına inanan kahramanlarını cennete gönderiyor. Adem ve Havva’nın da kardeş olduklarını ve insanlığın onlardan türediğini söyleyebiliriz. Ama türemek için üremek lâzım, o da cennetten kovulma anlamına geliyor. Yani cennet ideali de sonsuza kadar süremiyor. Bir yılan giriyor illa ki araya. Sonuçta başlangıca dönsek de aynı sorunlar insanoğlunu buluyor. Filmin kahramanları da sığındıkları cennet benzeri mekândan gerisin geriye uygarlığa fırlatılıyorlar. Çünkü seks diye bir şey var. Seks, Koca Dünya’da bir eylem olarak pek görülmese de baştan sona belirleyici ve kötü bir rol oynuyor. Filmin erkek kahramanı Ali (Berke Karaer), lâkabı “dayı” olan bir kadın tarafından kelimenin tam anlamıyla düzülüyor. Sevişme sırasında insiyatif “dayı”da olduğu gibi, “dayı” Ali’nin parasını da çalıyor. Filmin genç kızı Zuhal (Ecem Uzun) kendisini evlat edinmiş adamın tecavüzüne uğruyor (burası muğlak aslında). Seks cenneti bozan bir şey Koca Dünya’da. Oysa ‘Kosmos’ta seks, Battal’ın iyileştirici gücüydü. ‘Kosmos’ nereden aklına geldi derseniz, Reha Erdem sinemasında doğayla insan arasında fantastik bir bağın ilk kurulduğu film oymuş gibi geliyor bana. ‘Beş Vakit’te daha gerçekçi bir doğa insan ilişkisi vardı. Ayrıca Zuhal de ‘Kosmos’ın genç kızı Neptün gibi bir gezegen adı. ‘Koca Dünya’da kardeşler arasındaki ilişki için ensestiyöz dedim ama kardeşler arasında cinsel bir yakınlaşma yok. Ya da en azından gösterilmiyor. Ensestiyöz bağ, ruhsal. Birbirlerini deli gibi kıskanmalarında görülen bir aşk onların yaşadıkları.

Erdem’in filmleri en iyimser göründükleri anlarda da karamsar. ‘Hayat Var’ın finali iyimser gibidir ama durup düşünürseniz o gençlerin o botla nereye kadar gidebileceklerini sorgulamaya başlarsınız. ‘Korkuyorum Anne’nin finalinde çıktıkları tepede dayanışma içinde ama titreyerek duran iki kişi vardır. İyimser gibi görünen finallerin bir sonraki sahnesi, trajediye gebedir.

Bütün auteur yönetmenler gibi Erdem aslında tek bir büyük yapıt üretiyor. Her bir film, bu büyük yapıtın parçaları. Eğer bu bütüne meftunsanız, çok özenli görüntü çalışmasıyla, Nils Frahm’ın nefis müzikleriyle ‘Koca Dünya’dan memnun çıkacaksınız. Heideggerci olduğunu düşündüğüm bu dünya (yanılıyor olabilirim) bana çok hitap etmiyor. Filmin bir başka Heideggerci yönetmen olan Terrence Malick’in filmlerini hatırlattığını da söyleyeyim. İçinde yaşadığımız koca dünya korkunçluklarla dolu. Erdem’in gerçekçilikle işi olmayan filmleri bana bazen gerçeklikten daha da karanlık, daha da umutsuz geliyor.

***

İstanbul Film Festivali: Hayvanlar ve insanlara dair

koca-dunya-cennetten-kovulma-270316-1.

Festivalde sanki ‘Hayvanlar ve İnsanlar’ başlığı altında toplanabilecek çok sayıda film varmış gibi görünüyor. Avusturyalı yönetmen Ulrich Seidl’ın ‘Safari’ filmiyle başladığım bu yılki festival yolculuğunda ilk dikkatimi çeken bu oldu. Safari, Avusturyalı orta sınıftan genç, yaşlı, kadın, erkek avcıların Afrika’da avlanmalarına dair. Hiç bir anlamlı ihtiyaca karşılık gelmeyen bu avlanma biçimi insanı isyan ettiriyor. Avcılar avlarına, gayet yabancılaştırıcı bir şekilde “parça” diyorlar. Parça, hayvanı canlı bir şey olmaktan çıkarıyor, bir nesneye, bir eşyaya dönüştürüyor. Vurmak yerine “çizmek”, öldürmek yerine “sona erdirmek” gibi sözükler seçiliyor avcılar tarafından. Hangi ahlâk öylesine durup bakan, zerafet simgesi bir zürafaya ateş edebilir? Ediyorlar ama. Fakat durup düşündüğümüzde, bu av biçimi bütün çirkinliğine rağmen dünyada doğaya karşı işlenen suçlar arasında en gerilerde yer alır. Ormansızlaştırmalar, global ısınma, çevre kirliliği, sınai tip avcılık, sınai tip besicilik, tavukçuluk... İnsan doğanın bir parçası olduğuna göre, doğanın dengesinden filan söz edemeyiz. Doğa, insan eliyle kendi kendini yok ediyor. Filmin düşündürdükleri hayvan insan ilişkisiyle sınırlı değil tabii. Kolonyalist ile üçüncü dünyalı, Afrikalı ile Batılı, Beyaz ile Siyah arasındaki sömürü ilişkisine dair de sorular geliyor insanın aklına. ‘Safari’, düşündürücü ama seyri çok zor bir film. O zürafanın ölümü, insanı depresyona sürükler.

Polonyalı yönetmen Agnieszka Holland ‘İz’ filminde kaçak avcılarla mücadele eden ve meczub gözüyle bakılan bir kadını anlatıyor. Filmin, hayvanlara sempatisi iyi güzel de, insan hayatına saygısızlığı şaşırtıcı. Holland’ın filmi müziğe sırtını dayayıp, gerilim yaratmaya çalışıyor. Vasatlıktan öteye gidemiyor. Macar yönetmen Ildiko Enyedi’nin filmi bir mezbahada geçiyor çoğunlukla, çünkü filmin kadını ve erkeği burada çalışıyor. Her gün binlerce büyükbaş hayvanın mekanik bir şekilde öldürüldüğü bu yerdeki kahramanlarımız, geceleri rüyalarında kendilerini ormanda birbirleriyle flört eden geyikler olarak görüyorlar. Rüyalardaki birliktelikleri, gerçek hayatta birlikte olduklarında sona eriyor. Enyedi, birçok şeyi kapalı tutuyor. Filmin kadının çocukluğundan beri psikoloğa gitmesinin nedeni ne? Neden insanlarla ilişkileri bu kadar soğuk? Vs, vs. Film iyi çekilmiş çekilmesine de, bende derin bir iz bırakmayacak.

Biyografiler de festivalin diğer bir bölüm başlığının adı olabilirmiş. Bunlar arasında en iyisi Haitili yönetmen Raoul Peck’in ‘Genç Karl Marx’ıydı. Marx’ın, Engels’le tanıştığı ve ondan ilham alarak ekonomi bilimiyle ilgilenmeye başladığı yıllar bunlar. Yaş henüz 24. Marx’la aristokrat kökenli Jenny evli ve çocuklular. Geçim gailesi içindeki Marx, fabrikatör oğlu Engels’ten destek alıyor. Fabrikatör oğlu Engels, fabrikadaki devrimci bir kızla birlikte oluyor. İlk komünist birliği kuruluyor ve Komünist Manifesto yazılıyor. Bütün bunlar ilginç ve keşke bu bir dizi film olsaymış dedirtiyor. Vakit az olunca film, biraz başlıklar ata ata ilerler olmuş. Ama ilginç ve seyredilesi.

koca-dunya-cennetten-kovulma-270317-1.

Bunun dışında biyografi türü beni tatminsiz bırakmaya devam ediyor. Klasik biyografiler kabak tadı verirken, klasik olmaktan kaçınan biyografiler de sadece kaçınmayı başarıyorlar ama kendileri bir şeye benzemiyor. ‘Dalida’, benim için nostaljik bir filmdi. Bir zamanlar ne kadar daha globalist bir dünyamız vardı onu da düşündüm. Türkiye pop listelerinde Japonca bir şarkının (Kuyaşi Keredo) bile liste başı olduğunu hatırlarım. İtalya’nın yerel şarkı yarışması San Remo’nun sonuçları merakla izlenirdi. Fransız şarkıları dillerimizdeydi. Mısırlı bir Levanten olan ‘Dalida’ işte böyle bir dönemde, dünya çapında bir yıldız olmuştu. Döneminin Madonna’sıydı. Almanca, İtalyanca, Arapça, Fransızca, İspanyolca ve İngilizce hit şarkıları vardı. Bugün global dediğimiz şu çağda İngilizce dışında bir dil kalmadı. ‘Dalida’ ve ailesi talihsiz bir aile. Babası 4 yıl bir toplama kampında kalıyor. ‘Dalida’nın bütün sevgilileri ve sevdikleri ardı ardına intihar ediyor. ‘Dalida’ suçluluk duygularıyla baş edemiyor. Acıklı bir hikâye. Seyredilir.

‘Şafak Sökmeden’, Avusturyalı yazar Stefan Zweig’ın sürgün yıllarından kesitler sunuyor. Zweig’ın nasıl biri olduğuna dair ipuçları içeren bu bölümler kopuk kopuklar bir yandan da. Zweig’ın intiharını anlatmaya çabalamıyor film. Her bir bölüm iyi ama bu kopuk kopukluk duygusu sonuçta filmi aşağı çekiyor. Yine de ilginç.

Heykeltraş ve ressam Giacometti’nin bir resmi nasıl yaptığını gösteren ‘Son Portre’ biyografiler arasında, belki de festivaldeki filmler içinde en zayıfıydı. Yine de ünlü sanatçının nasıl çalıştığına dair bir fikir vermesini kâr sayabiliriz.

‘Sonsuz Şiir’, Larrain’in Neruda’sından sonra Neruda’ya saldıran ikinci Şili filmiydi. Alejandro Jodorowski kendine hayranlığını gösteren yeni bir film yapmış. Neruda’ya küfreden genç bir şair olarak kendini çizdiği bu portre, narsisizm klasikleri arasına girebilir. Bu arada Neruda’yı küçümseyen genç şair Jodorowski’nin en büyük eyleminin şehir içinde bir çizgi doğrultusunda yürümek ve bunu yaparken kamyonların üzerinden geçmek olduğunu belirtelim. Neruda, herhalde kıçıyla gülerdi genç Jodorowski’ye. Hong Sang Soo’nun ‘Gece Sahilde Tek Başınası’nı da zayıf buldum. Hong’a biri ‘yavaşla’ demeli. Her yıl iki filmle kaliteyi yüksek tutmak zor iş. Ama her filmiyle büyük bir festivalde yarıştığı için yavaşlaması için bir neden de yok.

Şu filmlerden kaçının derim: ‘Edepliler’ ve ‘Gece Hayatı’. Çakma sanat sineması nasıl olur görmek istiyoruz derseniz o başka. Son olarak Meksikalı yönetmen Amat Escalante’nin metafora boğulmuş filmi ‘Vahşi Bölge’yi de sadece yönetmenin meraklılarına ya da Venedik’te neden ödül almış bu yönetmen diye merak edenlere tavsiye ederim.