Sosyal medyada da diyoruz ya bu ülkede olup biten bunca kötülüğe rağmen dünya nasıl dönüyor, dursun. Bizim ve önümüzdeki birkaç yüz neslin ömrü dünyanın dönmekten vazgeçtiği günü görmeye yetmeyecek. Her acıya, çıldırışa, isyana rağmen koca yaşlı, şişko dünya dönecek.

Koca yaşlı şişko dünya*

Nesli ZAĞLI

“Her sabah yeni bir filme başladım
Farklı sonlar istesem de hep aynı finalle bitti
Sonra birden dank etti, dünyayı anladım
Aldım onu karşıma anlatmaya başladım”


*Adamlar

Gençlik zamanlarımızın popüler kitaplarından biri “Sana gül bahçesi vaat etmedim”di. Kitabın öyküsünü kim, ne kadar hatırlıyor emin değilim ama insan ilişkilerinde kitabın başlığındaki bu kalıbı çok kullanırdık. Hayatın hiçbirimize gül bahçesi vaat etmediğini henüz tam idrak edemediğimiz yıllardı. Sonradan fark ettik ki dünya bize borçlu değildi, zaten aslında değil güller bir bahçe için bile söz vermemişti. Zaten yaşam sunmazdı, söke söke almak gerekirdi. Orta yaşlı bir yetişkinin hayatı hep bir şeyler için çabalamaktan ibaretti: aş için, iş için, güvenlik için, aşk için... Özellikle bizim nesil kendini feda etmeden karşılığı alınan şeylere pek inanmazdı. İçinde kan, ter ve gözyaşı varsa kazanımlar kıymetliydi. Zamane çocuklarına sorduğunuzda büyük bir çoğunluğu YouTuber, influencer olmak istiyor. Yaşamını bu uğraşlarla kazananların emeklerini küçümsemek istemem ama sanırım bu bizim yaşam kavgası diye kavramsallaştırdığımız şeyden çok farklı bir noktaya işaret ediyor. Devir az çaba ile turnanın gözünden vurmanın prim yaptığı bir devir. Bizim yetiştirdiğimiz çocukları el emeği, göz nuru dökmek gereken bir müesseseye çırak vermek çok zor. Genç insanlar hayatın çırağı olmadan uzmanlık sertifikası basmak istiyorlar. Teknolojinin, çağın kazandırdığı hız ve verimlilik ilüzyonu karşısında bu faydacı arzular anlaşılır hale geliyor.


Yetişkin hayatı hep badirelerle dolu. İnsan canlısının ömrü hastalıklarla, yokluklarla, kayıplarla, iflaslarla, davalarla bölünüp duruyor. Hayat öyle bir hal alıyor ki, biz sanki yaşam olaylarıyla mücadele ediyor, o olayı noktalıyor ve bir sonraki güçlüğe kadarki kısacık sürelerde yaşamaya çalışıyoruz. Sakin, stabil ve olaysız bir yaşam sürdüren var mı? Bildiğim kadarıyla en azından bu coğrafyada pek yok. Sınıfsal konumdan ve politik bağlamdan bağımsız olarak değerlendirmek elbette mümkün değil ama şunu biliyoruz ki bu ülkede herkesin başına, her an, her şey gelebilir. Örneğin üst düzey eğitiminiz ve kariyeriniz erkek şiddetine uğramanıza engel olmaz. Ya da faili meşhur bir aracın size çarpıp salıverilmesini engellemeye diplomanız yetmez. Altta yatan sistem bütün çirkin gürültüsüyle bangır bangır bağırırken Türkiye gerçeğinden azade olunamaz. Bu nedenle bizim gibi toplumlarda insana dair kötücül gerçekler; fiziksel ve ruhsal hastalıklar, ekonomik çalkantılar, travmalar ve yas ikiye katlanarak yaşanır. İnsan yaşamının değil sermayenin yüceltildiği her yerde insancıl olan ayaklar altında kalır. Bu koşullarda yarım asra yakın yaşamış olan bizler bu nedenle çifte kavrulmuş yetişkinleriz.

Peki bizi öldürmeden bugünlere getiren tüm bu şeyler bizi güçlendirdi mi? Parayla, pulla, başarıyla, aşkla, aldatmayla, yanlış kararlarla, dolandırıcılıklarla, hayal kırıklıklarıyla verdiğimiz o kadar mücadele bir şeyi değiştirdi mi? Bir psikolog olarak elbette bizi geliştirip, değiştirdiğine inanmak istiyorum. Heybetli ve popüler bir kavram var “resilience” olarak adlandırılan. Beni öldürmeyen acı beni güçlendirdi demese de, zorluklar karşısında esnedim, yenilendim, genişledim ve daha dayanıklı hale geldim demenin İngilizcesi. Aslında mantık doğru. Çünkü doğuştan itibaren önce anne ile kurulan temastan ve sonradan dahil edilen tüm o ötekilerle etkileşimden başlayarak gelişen bir repertuarımız var. Fiziksel ve duygusal olarak zorlayıcı yaşam olaylarıyla baş etmeyi bu donanımla sağlamaya başlıyoruz. Elbette ki bu donanım herkes için o kadar da iddialı bir başyapıt değil. Öyle olunca hayat ne kadar da zorlaşıyor. Örneğin sosyal hayattaki en ufacık bir incinme sığ sularımızda fırtınalar koparıyor. Ancak bazı insanlar hayata savaşmak ve başarmak üzere gelmiş gibi. Olaylar ve acılar karşısında metanet, sabır, mücadele diz boyu. Hep yaptığımız gibi kendimizi bu yönüyle de diğerleriyle kıyaslıyor ve her mücadelede bileylenerek güçlenenlere öykünüyoruz. Oysa ben altyapıdaki repertuar ne olursa olsun insan canlısının direnmeyi ve isyan etmeyi güçlendirebileceğini düşünürüm. Haksızlıklar karşısındaki idealize edilecek rol modeller sağlama ve/veya örgütlülük bu kahramanca temsilleri sunduğu için de kıymetlidir.

Kendi hayatıma baktığımda da hep zorlu bir mücadele görürüm. Direniş ve o direnişi estetik kılmaya yönelik ciddi bir çaba. Benim rol modelim 80’ine yaklaşmasına karşın hala dükkan açan, bahçe çapalayan, gördüğü tüm hayat acılarına karşın dimdik duran dedemdi. Bu adamın öyküsünde göç vardı, ayrımcılık vardı, eğitim ve güvence için çırpınma vardı, hastalıklar, kayıplar, hayal kırıklıkları vardı. Ama bu safkan yumruk yumruğa mücadele değildi hayatla yaptığı. Onunki de estetik bir direnişti. Denizi, rakıyı, meyveyi, ritüelleri, öğlen uykusunu ihmal etmezdi. Dışarıdan sert, nemrut, asabi ama dünyaya bakışı masmaviydi. Bakıyorum da benim direnişten anladığım bu olmuş:hayatla arama çizdiğim açık mavi bir çizgi. Bazen yaşamın ucuna gelmiş insanlarla çalışıyorum. Onlara her zaman bekle geçecek demek, diren demek, yapabilirsin demek mümkün olmuyor. İpin ucundaki o insanlar çoğu zaman zorlukları, acıları, anlamsızlığı sonsuz sanıyorlar. Oysa hiçbir şey sonsuz değil. Bir yokluktan bir zorluğa zıplayıp duruyoruz.

Biz ne yaşarsak yaşayalım dünya kendi ve güneşin ekseni etrafında dönmeye devam ediyor. Çok güç zamanlarımızda buna içerliyorum. Hani sosyal medyada da diyoruz ya bu ülkede olup biten bunca kötülüğe rağmen dünya nasıl dönüyor, dursun. Bizim ve önümüzdeki birkaç yüz neslin ömrü dünyanın dönmekten vazgeçtiği günü görmeye yetmeyecek. Her acıya, çıldırışa, isyana rağmen koca yaşlı, şişko dünya dönecek. Tüm bu bireysel ve toplumsal acılarla nasıl baş edeceğimiz elbette bize kalmış. Tüm gemileri de yakabilirsin, kül olup savrulabilirsin de… Ya da işi ciddiye alıp küllerinden yeniden de doğabilirsin. Ben insana en çok direnci, direnişi ve yapıcı bir isyanı yakıştırıyorum. Ama bir insan direnemeyecek kadar yorgun olduğunda bunu yadırgamamayı öğreniyorum, biraz mizaha bulaşmayı. Mizah ürünlerinin muzır neşriyat sayıldığı bir ülkede büyüyen şimdinin yetişkinleri olarak düzeni ve tüm başımıza geleni biraz tiye almaya ihtiyacımız var. Benden söylemesi.