Cavarero, “Kadınların içinde bulunduğu kültür, ataerkiyi eleştirmek ve feminist bir alternatif kurmak için kullandığımız dil, doğrudan ataerkinin ürünleri ve efendisinin kadınlar üzerinde egemenliğini tesis ettiği evdir” diyor ve “Kendi araçlarıyla efendinin evini parçalayamazsınız” diye devam ediyor.

“Konum siyaseti yapmayı feminizmden öğrendim”
Adriana Cavarero

Birsel Kurt - Ulaş Bager Aldemir

Sadece Türkiye’de değil dünyanın pek çok ülkesinde de kadınların hem siyasal düzene hem de onun üzerinde durduğu ataerkil sisteme karşı büyüyen bir kadın mücadelesi var. Kadınların yürüttüğü mücadele yeni bir şey değil ama son yıllarda daha kapsamlı ve görünür bir mücadele haline geldiği aşikâr. Bu siyasal mücadele alanı üzerinde dünyanın en büyük araştırmacılarından birisi sayılan İtalyan düşünür ve filozof Prof. Adriana Cavarero ile düşünceleri ve Türkçeye de çevrilmiş ‘Platon’a Rağmen’ adlı eseri üzerine konuştuk.

Türkçeye de çevrilen ve insanları bir değişim çabasına davet eden Platon’a Rağmen adlı eseriniz için teşekkür etmek istiyoruz. Kitabınızdaki şu pasajın altını özellikle çizmek gerekiyor: “Her durumda değişmeden elimizde kalan şey, erkek tarafından erkeğin kendi imgesinde ve ona benzemezliğiyle düşünülen kadının, kendisini kendi sembolik düzeni içinde şekillenmeye muktedir bir kadın öznelliği olarak temsil edebilecek mitsel bir figürden yoksun oluşudur. Aksine kadın, kendini çoktan yeniden tasarlanmış bulur ve kendini ötekinin imgesinde tanımaya mecbur edilir.” Bunu söylerken “kadın dili ve imgesi yoktur” mu demek istiyorsunuz? Erkek ile bir şekilde etkileşim içinde var olduğunu ve doğurganlığını da düşünürsek, eril sistemin kuruluşunda kadının tamamen edilgen olduğunu söylemek ne ölçüde doğru olur?
Felsefi bir açıdan bakarsak sorun, ataerkil sistemin kuruluşunda kadınların edilgen bir role itilmesinden ziyade sistemin onları kendi sözünü terk etmeye ve diğer cinsiyetin sözüyle konuşmaya zorlamış olmasıdır. Daha basit bir ifadeyle, ataerkil sembolik düzen kadınların kendilerini, bu düzenin ürettiği ve doğal olarak baskın durumda olan erkek öznenin arzuları ve ihtiyaçlarını yansıtan dişil temsiller içinden tanımasını zorunlu kılıyor. Dolayısıyla, gelenekte hane içi ihtiyaçlar söz konusu olduğunda adanmış bir anne veya yumuşak başlı, çalışkan bir eş ve cinsel arzu dünyasında bir fahişe ya da baştan çıkaran bir şehvet düşkününü buluyoruz. Kuşkusuz ki bu genel tablo kültürlere göre değişiklik gösteriyor ve erkeklerle kadınlara uygun rolleri ve neticede bu iki cinsiyet arasındaki ilişkileri tanımlayan tarihsel döneme göre farklı biçimler alıyor. Evet, erkekler ve kadınlar arası böyle ilişkiler var ve hep vardı. Dolayısıyla, sizin de söylediğiniz üzere belli bir etkileşim her zaman mevcuttu. Fakat bu ne tür bir etkileşimdir? İki bağımsız öznelik arasında eşit bir temel üzerine kurulu bir etkileşim mi, baskın ve baskın olmayan özneler arası bir etkileşim mi? Başka bir ifadeyle, bu etkileşim eyleme değil de iki cinsiyet arasındaki bir hiyerarşiye dayanıyorsa, dahası bu hiyerarşik ilişki “doğal” ve dolayısıyla “doğru”, “nesnel” kabul ediliyorsa ona yine de etkileşim denebilir mi? Bu nedenle kadın özneliğinin ifadesinin, ataerkil düzenin iki cinsiyet arasında tarihsel olarak üretip dayattığı geleneksel ilişkiler çerçevesinde değil, ataerkil edebi ve felsefi gelenek içindeki kimi metinlerde görülen isyan veya otonomi -ya da denebilir ki olağandışı ve benzeri görülmemiş parçaların- ışıltılarında aranması gerektiğini düşünüyorum. Örneğin, Antigone veya sizin de alıntıladığınız kitabım Platon’a Rağmen’de de bulunan, Itaka’ya yabancı biri olarak gelen kocasını tanımayı inatla reddeden Penelope figürü aklıma geliyor. Elimizde kadınlar tarafından yazılmış metinler olmadığından, anlatı örgüsünün çelişkilerinin görünür olduğu yani kadın özneliğinin kendini gösterdiği olağandışı temsilleri -Platon’un ifadesiyle tahayyülü aşan şeyleri- açığa çıkarmak için ataerkil makro metni deşmemiz gerekiyor. Daha doğrusu ben böyle çalışıyorum. Modern çağda, özellikle günümüzde olduğu üzere, elimin altında kadınlarca üretilmiş metinler veya sözler varsa, onlarda bulunan olası özgürlük ifadelerini tespit ediyorum ve açıkça çeşitli ve çoğul, dile getirdiği şeyler, farklılıklar ve hatta çelişkiler açısından zengin dişil bir sembolik düzen kurmaya çalışıyorum. Doğrusu, ben monolitik, homojen ve sabit bir dişil sembolik düzen değil, farklılaşan, akışkan ve açık bir düzen tasarlıyorum. Öte yandan, Antik Çağ’da olduğu gibi elimin altında sadece erkekler tarafından yazılmış metinlerin bulunduğu durumlarda, bunlardaki olağandışı yerleri, takıldıkları metinsel engelleri açığa çıkarıp kadın özneliğinin eril olmayan yeni bir temsili ışığında yeniden anlamlandırabilmek için bunları “çalıyorum.”

Batı geleneğinde kadın öznelliğinin, aşırı eril figürlerin ve erkeklerin inşa ettiği kadın figürlerin altında gömülü kaldığını söylüyorsunuz. İçine doğduğumuz ve bundan başka bir yol ve olanağın olmadığını söyleyen sembolik düzeni hangi araçlarla bozabiliriz?
Feminist felsefeciler bir alternatif olmadığını söyleyen bu mesele üzerine çok kafa yormuşlardır. Özetle, sorun şu şekilde karşımıza çıkıyor: Kadınların içinde bulunduğu kültür, ataerkiyi eleştirmek ve feminist bir alternatif kurmak için kullandığımız dil, doğrudan ataerkinin ürünleri ve efendisinin kadınlar üzerinde egemenliğini tesis ettiği evdir. Kendi araçlarıyla efendinin evini parçalayamazsınız. Çağdaş felsefenin dile olan tutkusundan oldukça etkilenmiş bu pencereden bakarsak bunun anlamı, dilin kendisi içinden kaçılamayan bir hapishane, aşılmaz bir sınır olduğudur. Alternatif orada değil. Fakat ben bir alternatif olduğuna inanıyorum, daha doğrusu bunun olası iki yolu var. İlki, yukarıda değindiğim gibi, efendinin dili olan ataerkil metnin bu özelliğinin açığa çıkarılması, bunların yeniden anlamlandırılması ve kanonun basmakalıbından kaçabilmiş kadın figürlerin varlığına işaret eden belirsiz noktalardan, çözülmemiş bağlantılardan istifade edilmesi. İkinci olasılık en sevdiğim filozof olan Hannah Arendt’in düşüncesinde yer buluyor. Ona göre özgürlük, insan eyleminin daima öngörülmez ve bozucu etkileri olabilecek yeni bir başlangıç olmasında temelleniyor. Değişim mümkün. Metafizik geleneğe karşı çıkan Arendt, temel insanlık durumunun ölümlülük değil doğurganlık olduğunu öne sürer. Arendt’e göre, eylemde bulunarak insan dünyasına gireriz ve bu giriş, yeni şeylere başlama ve dolayısıyla dünyayı değiştirme gücümüzü gösterdiğimiz yeni bir doğum gibidir. Bence cinsiyetler arasındaki ilişkileri tanımlayanlar da dahil olmak üzere değerler ölçeğinin değiştirilebileceğine dair bu umut olmadan insanlar konformizme hapsolmuş robotlara dönerler. Şaşırtıcı değil ki, bu Arendt’in totaliteryenizmin temelinde olduğunu düşündüğü ve cevaben, bireysel ve kolektif yaşamı bir özgürlük ve yaratıcılık deneyimi olarak görmeye davet ettiği işleyişin ta kendisi. Yani, alternatif mümkün ama bunun özgürlük ve yaratıcılığı ortaya çıkaran bir alternatif olması gerekiyor. Doğrusu ben her koşulda, mesela salt yeni olmakla menkul bir alternatif aranması gerektiğini düşünmüyorum. Bunun yerine, belirli tarihsel ve kültürel bağlamlarda belirli insan ilişkilerini tanımlayan adaletsizliklere ve sömürüye karşı belirli bir alternatif hedeflemeliyiz. Bence bağlam çok önemli. Konum siyaseti yapmayı feminizmden öğrendim. Çalışmalarımda kadın özneliği üzerine yazarken, sanki “kadın” diye evrensel bir özne varmış gibi bütün kadınlar adına konuşmuyorum. Bunun yerine, diğer kadınlarla paylaştığım somut deneyimlerden yola çıkıyorum ve ortak özgürlük arzumuza cevap veren figürler tahayyül etmek için mücadele ediyorum. Bunu yaparken tabii ki diğer bağlamlardaki kadınların neler söylediğine, yazdığına ve yaptığına kulak veriyorum ve kendimi onlarla kıyaslıyor, onların imgeleminin bana tesir etmesine izin veriyorum.