Lonca emekçileri, inşaat işini müteahhitler tarafından alınıp satılan bir meta değil, başlı başına değerli bir emeğin ürünü olarak gördü. Bu çaba, işçinin vasıfsız görüldüğü inşaat sektörüne bakışımızı değiştirebilir.

Konut sorununda loncalar deneyimi

Joe MATHIESON

İngiltere’nin başkenti Londra’da 2017’de yaşanan Grenfell yangını felaketinden sonra bir araştırma raporu yayımlayan mühendis Judith Hackitt, İngiliz yapı sektörünün on yıllardır düşük kaliteli konutlar inşa ediyor olmasını, kazanç hırsı yüzünden oluşan ‘dibe doğru yarış’ dinamiklerine bağlıyordu.

Sağcılar için ise tam aksine Grenfell’e sebep olan, savaş sonrası yıllarda hayata geçirilen sosyal konut projelerinin başarısızlığıydı. Muhafazakarlar bu tür toplu konutların güvenliğini tartışmaya açtılar, müteahhitlerin de desteğini alarak yalnızca rekabet güdümlü özel sektörün kaliteli konutlar üretebileceğini savundular. Solcular ise bu yaklaşımın toplumun geniş kitlelerini dışlayacağını ve evsiz bırakacağını söylediler. ‘Uygun fiyatlı’ çoğu konutun orta gelirliler için halihazırda fazlasıyla pahalı olduğuna dikkat çektiler.

SANAT VE ZANAATLAR HAREKETİ KURULDU

Fakat söylemeliyiz ki, konut sektörünün adaletsizliklerine çözüm üretmesi beklenen solcular genellikle çözümün devletten geleceği cevabına sığınıyorlar. Barınma tarihine geniş bir bakış attığımızda ise bambaşka modeller olduğunu görüyoruz. Bunlardan biri de İnşaat Loncaları. Tarihin tozlu sayfalarında yer eden bu sosyalist deney, Viktorya döneminin Sanatlar ve Zanaatlar akımı üzerine kurulu bu hareket, zamanla sıra dışı bir emek hareketine dönüşmüştü.
Sanatlar ve Zanaatlar hareketi İngiltere’de 19’uncu yüzyılın ortalarında ortaya çıktı. Modern çağın endüstriyel tekniklerinden arındırılmış, orta çağın ruhuna dönüş üzerine kurulu bir anlayıştı. Sanat ve zanaat tekniklerinin hem güzellik, hem orijinallik taşıdığı düşünülüyordu.

Hareketin çatısı altında mimarinin ağırlığı büyüktü ve en ‘bütüncül’ sanat formlarından biri olarak görülüyordu. Yapısal ve estetik birçok konuda farklı uzmanlıklara sahip kişilerin ‘ekip çalışması’nı gerektirdiği vurgulanıyordu. Orta çağın Gotik mimarisinin, emeğiyle katkıda bulunan her bir işçinin imzasını taşıdığı fikri yaygındı. Bu yaklaşım 19’uncu yüzyılda hüküm süren, eserin sahibini işçilerden ziyade, yalnızca tek bir ‘mimar’ olarak benimseyen anlayış ile taban tabana zıttı.

FİKİRLER 1919 YILINDA GERÇEĞE DÖNÜŞTÜ

Eleştirmen ve sanatçı John Ruskin, Gotik taş işçiliğini emekçilerin ‘ortak özgürlüğünün’ ifadesi olarak tarif ediyordu. Kusurlu yapıları taş ustalarının deneme-yanılma süreçlerinin kanıtı olarak görüyordu. Sanatçı ve devrimci William Morris 1889 yılında mimariyi “yaşamın değerine dair bir ifade biçimi” olarak tanımladığında, Ruskin’in yaklaşımlarını benimsiyordu.

Lonca hareketinin inşaat sektöründe başarı elde edebileceğinin anlaşılması uzun sürmedi. İnşaat için gerekli sermaye azdı, emek gücünün yerelde tedarik edilmesi de mümkündü. Savaş sonrası yılların David Lloyd George yönetimindeki liberal hükümeti konut sektöründe yeni modeller denemeye açıktı ve ‘savaş kahramanlarına uygun’ konutlar inşa etme sözü veriyordu.

Gerekli tüm koşullar oluşmuştu ve 1919 yılına gelindiğinde Sanatlar ve Zanaatlar hareketinin dillendirdiği teoriler, inşaat ustalarının gerçeği halinde gelmişti. İnşaat Loncası fikri hayata geçiriliyordu.

İŞÇİLER BİNLERCE YAPI İNŞA ETTİLER

İlk İnşaat Loncası sosyalist S. G. Hobson tarafından Manchester’da kuruldu. Ocak 1920’de düzenlenen bir konferansta loncanın üç temel prensibini tarif ediyordu. İlki uygun maliyetli, yüksek kaliteli konutlar inşa etmekti. İkincisi inşaat ustalarına hastalık ve kaza dahil olmak üzere her koşulda uygun ücretler ödemekti. Sonuncusu ve en önemlisi ise kâr inisiyatifini kontrol altında tutmaktı; elde edilen katma değer yerel otoriteler ile paylaşılacaktı.

Manchester loncası binlerce konut inşa etti. Yapılan konutlar maliyetine satıldı, emekçilerin maliyetleri yerel yönetimlerin teşvikleriyle karşılandı. Bunu mümkün kılan Christopher Addison’ın 1919 tarihli konut yasasıydı. Konutlar mimari açıdan sade, fakat sağlam ve güvenliydi.

1920 ortalarında benzer bir lonca Londra’da Malcolm Sparkes tarafından kuruldu. Londra’nın çeşitli mahallelerinde inşaatlar başladı. Loncaların bu kadar hızlı büyümesinin bir sonucu da, bu yapıların hızla bürokratik hale gelmesi ve endüstriyel nitelikler kazanması oldu. Lonca sosyalistleri orta çağın değerlerine dönülmesi konusunda ‘dogmatik’ davranmıyorlardı. Modern kaygılara, tarihi temalar üzerinden çözüm bulmaya çalışıyorlardı. Tüm bu gelişmelere rağmen orta çağ ruhuna sadık kaldıklarına dair inançları tamdı.

1921 yılına gelindiğinde Manchester ve Londra loncaları ortak bir konferans düzenlediler ve Ulusal İnşaat Loncasını kurdular. Loncaya Hobson ve Sparkes liderlik edecekti. Konferans, işçilerin nihai amacının ‘kapitalizmi ortadan kaldırmak’ olduğunun altını çiziyordu. Orta çağı romantizmine dayanan hareketleri, kısa süreliğine de olsa sınırsız ümit vaat ediyordu.

LONCAYA VERİLEN TEŞVİKLER KESİLDİ

İnşaat loncaları müthiş bir başarı sergilediler. Maalesef bu esnada borçları da katlanarak arttı. Kısa süre sonra da Hobson ve Sparkes’ın araları bozuldu, birbirlerini beceriksizlik ve savurganlık ile suçladılar.

Loncanın zora girmesinin tek nedeni yöneticilerin siyasi ve finansal beceriksizliği değildi. David Lloyd George kabinesi bu yeni konut modeline başlarda hoşgörüyle yaklaşıyordu fakat tavrı zamanla değişti. 1921 yılında Sağlık Bakanı olarak göreve başlayan Alfred Mond, loncaya verilen teşvikleri bir anda kesti.
1921 yılında The Operative Builder isimli mimarlık dergisinde çıkan bir yazı, İnşaat Loncasını şu satırlarla tarif ediyordu: “Ulaşılması imkansız bir hedefe doğru, kusurlu bir mücadele.” Şairane duyulsa da burada ima edilen lonca hareketinin naif, yerinde sayan ve başarısızlığa mahkum bir hareket olduğuydu.

SERBEST PİYASANIN MİMARİDE ETKİLERİ

Aslına bakarsanız, İnşaat Loncaları’nın "başarısızlığı", 21’nci yüzyılın inşaat sektörüne dair eleştirilerimize ışık tutmalarına engel değil. Lonca emekçileri, inşaat işinin müteahhitler tarafından alınıp satılan bir meta değil, başlı başına değerli ve anlamlı bir emeğin ürünü şeklinde ele alınmasını denediler. Bu çerçevede, mimarın ve emekçinin emeğini eşitlikçi bir düzlemde ele aldılar. Bu çaba, inşaat işinin ‘vasıfsız’ iş olarak görüldüğü, mimarın ise yüceltildiği inşaat sektörüne bakışımızı değiştirebilir.

Daha da önemlisi, İngiltere’nin İnşaat Loncaları çağdaş sosyalist siyaseti ‘devletin ötesinde’ çözümler ile değerlendirme ihtiyacının altını çiziyor. Solcular için sosyal konutları hayata geçirebilecek tek aktör genellikle merkezi yönetim olarak anlaşılıyor ve bu anlayış vadesini çoktan doldurmuş modernist düşünüşe dayanıyor. Solcular ‘gönüllülük’ esasına dayalı ideolojik yaklaşımları da şüpheyle karşılıyorlar ve bunları ‘kamusal hizmetlerin özelleştirilmesi’ gayesiyle hareket eden sağcıların ‘yanıltma taktikleri’ olarak algılıyorlar. Tüm bu yaklaşımları dikkatle değerlendirmeli ve parçalarına ayırmalıyız. Yerlerine geçebilecek kooperatif ve birlikçi bir yapıyı hayal etmek, yerinde bir egzersiz olacaktır.

Neticede varacağımız nokta ise İnşaat Loncalarını geri getirmek, ya da Orta Çağ değerlerine dönmek olmak zorunda değil. O dönem yakalanan ruha ışık tutmak, mimarinin serbest piyasaya ya da merkezi yönetime bel bağlamadığı çözümler düşünmek, bu çabayı insanların ortak mücadelesine dayandırmak mümkün.

Tribune Magazine’den çeviren Fatih Kıyman