Yaşam ve yaşama hak ettiği değeri vermek, hiçbir korkunun esiri olmamayı gerektirecek kadar paha biçilmez

Korkmak yahut yaşamak

ALEV KARADUMAN / karadumanalev@gmail.com

Bir insan düşünün ki hayattaki en büyük korkusu kapalı kalmak. Her korku gibi bunun da ama meçhul ama malum travmatik bir sebebi var tabii ki. Başına ne geleceğini tahmin bile edemeden korkuyor kapalı kalmaktan. Ve bu insan… Çocukluğunun gecelerini geçirdiği ranzanın alt katını çarşafla kapatarak, korkusunu davet ediyor ısrarla. Kurtulmak için korkusundan, özgür kalabilmek için sonunda. İnsanların kutuplaşmaya, anlaşmazlığa; insanların ölüme savaşa itildiği günümüz malum ikliminde hepimizin yapması gerekeni, bu haftanın yapılacak ‘en ii si’ni yapıyor o çocuk. Yüzleşmeye çalışıyor korkularıyla.

Küçüklüğümüzden beri elbette ki bizleri korkularımız terbiye etti, ya da birileri bizi korkuyla terbiye etti. 6 Haziran’da HDP mitingine atılan bombadan beri de, bu korkuyla terbiye stratejisinin en ele avuca gelen halleriyle karşı karşıyayız. Faşizme, savaşa, ayrımcılığa ve yıkıma ses çıkarmak için insanlar ne zaman bir araya gelse, kimileri tarafından bu durum korku tohumlarını ekmek adına paha biçilmez bir fırsat olarak görüldü. Ancak gelinen noktada barıştan ve insanlıktan yana lafını söyleyerek tarihe karşı sorumluluğunu yerine getirmek isteyen, aslında sandığımızın aksine bir avuçtan kat be kat fazla insanın en büyük sınavı belki de; korkularına veda etmek… Soruşturmalarla tek tek işlerinden olan akademisyenlerin yaptığı gibi, yaptıkları haberler yüzünden ağırlaştırılmış müebbetle yargılanan gazeteciler gibi, sokaklarda meydanlarda ellerinde kalan tek şey olan canlarıyla ve canları pahasına direnenler gibi.

Öncelikle şurada anlaşmak gerekiyor; yaşam ve yaşama hak ettiği değeri vermek, hiçbir korkunun esiri olmamayı gerektirecek kadar paha biçilmez. “Bin kere korkulur, bir kere ölünür” derler ya hani, o bir kere gelecek herhangi şey için, tüm bir geleceği korkuyla, utançla, vicdan azabıyla geçirme ihtimalinden daha korkunç ne vardır ki? Bir şeyden korkulacaksa ille de, bir tek o utançtan korkmak gerekmez mi? Ama değil mi ki; hayat memat, iş güç, çoluk çocuk… Evet bir de onlar var. Ne bu saydıklarımdan ne de onları kaybetmenin korkusundan hicap etmeye de lüzum yok, çünkü korkularımız derken hepimizin içinde ve hepimizin düşündüğünden fazlası var…

Hafiften ağıra doğru gidecek olursak agorafobi zincirin ilk halkası; açık ve kalabalık bir alanda bulunmaktan korkmak. Yanımızda yamacımızda kendimize benzer 20-30 kişiyi görünce peyda oluyor, “Yine izin vermeyecekler, gazla suyla gözaltıyla dağıtacaklar” diye içimizden geçiyor. Gezi döneminde bu korkunun hayli üstesinden gelinmişti esasen, artık alışıldık bir durum… Akustükofobi zincirin müteakip halkası; belirli seslerden korkmak. Polis anonsu, çalışan TOMA yahut akrep motoru, Türkiyeli bir muhalifin artık şartlı refleks kazandığı uyarıcılardan. Tüm bu güvensizlik ortamı insanda zamanla daha derin travmalara da sebep oluyor tabii, yabancılardan korkmak; ksenofobi. Bir toplantıda panelde ne zaman çoğunluğun tanımadığı sessiz kimseler olsa, ille de biri fısır fısır da olsa dikkat çeker o kişiye. Fişlenmeler diyarının yüce gönüllü memurları hep aramızdalar çünkü; onları görmezden gelmek kimin haddine. Geçtiğimiz hafta internette tıklanma rekorları kıran Erdoğan’ın taklit videosunu yapan gencin estirdiği panik rüzgarları da şüphesiz bu yüzdendi, akıllarda ilk beliren soruydu; Türkiye’de mi yaşıyormuş? Öyleyse vay haline… Litikafobi yüzünden efenim litikafobi; davalardan ve mahkemelerden korkmak! Kendi halinde bir yurttaş olarak, birebir tanıdığım üç kişinin cumhurbaşkanına hakaretten yargılandığını düşünürsek korkmamak absürt olurdu zaten. Yargılanma korkusunun tek sebebi de bu değil tabii ki; kimi zaman gerekçeye bile gerek duyulmadan konan yurt dışı yasakları, tedbirler vs. Fobilerin en şanlısının işi hep bunlar, cezalandırılmaktan korkmak; mastigofobi. “Yemeğini yemezsen köpeklere veririm” den başlayan bir tarihi var cezalandırılmaktan korkmanın. Yetişkin bir Türkiyeli muhalif açısından durumun acıklı olmasının sebebi de, aynı yukarıdaki ifadedeki otoriter anne-baba tonuna benzer bir şekilde devletin araçları tarafından cezaya tabii tutulma ihtimali, çoğu zaman kendini gerçekleştiren kehaneti…

Korkulardan korku beğendiğimiz bir sürecin parçası olsak da hala aklımızın hayalimizin almadığı, bizden hiç de uzakta yaşanmayan bir savaşın parçası olanlar var bir de. Onların, bizim tahmin bile edemediğimiz korkuları. Ballistofobi diyorlar; silahtan ve mermiden korkmak… Herkes silahtan korkar elbet ama peki ya o mermilerin gelip sevdiklerine dokunduğunu, onların canlarını aldığını görenler? Yakınlarını mahsur kaldıkları yerlerden beyaz bayraklarla almaya gidenler yaşamıyor mu sanki yaralanma korkusunu; alın size travmatofobi! Tanatofobi; ölü ya da ölüm korkusu… Bizim artık Vahşet Bodrumu 1,2,3 diye sıraya dizdiğimiz zindanlarda ölümü bekleyenlerin, ölümü göğüsleyenlerin vücutlarının kaçta kaçını kaplıyor dersiniz?

Korku; artık hepimiz için var, hiçbirimiz için olmamalı. Barış temennisini de, haksızlıklarla mücadele iradesini de ‘yüzleşme’ olgusu üzerinden kuran her birey önce kendi korkusuyla yüzleşiyor olmalı. Astenofobi güçsüz olmaktan korkmak ise eğer, kendisiyle ve korkularıyla yüzleşenlerin güçsüz olmak diye bir endişesi de korkusu da olmamalı!

Nâzım Hikmet Kuvayı Milliye Destanı’nda söyler ve söyletir ya; “Tavşan korktuğu için kaçmaz, kaçtığı için korkar” diye... Monofobi; yalnız kalmaktan korkmak demekse eğer, kaçmadığımız ve korkmadığımız gün etrafımıza baktığımızda söyleyeceğiz kendimize, “Yalnız değilmişiz” diye…