Sırça oyunu ile tiyatro severlerle buluşan oyuncu Cem Üzümoğlu,‘umudun’ mücadelede saklı olduğunu vurguluyor. "Bugünün Türkiye’sinde yapılan her iş politik" diyen Üzümoğlu, oyuncuların ve eserlerin kimliği olduğunu söylüyor.

Korku bulutu içindeki ‘umut’
Fotoğraf: BirGün

Yaren ÇOLAK

Beyaz perdeden tiyatro sahnesine, dijital platformdan televizyona başarılı oyunculuğuyla karşımıza çıkan Cem Yiğit Üzümoğlu, marttan beri Sırça oyunuyla seyirci karşısında.


Rise of Empires: Ottoman’da (İmparatorlukların Yükselişi: Osmanlı) Fatih rolüyle esip gürleyen Üzümoğlu, LCV’de (Lütfen Cevap Veriniz) homoseksüel bir erkek. Geniş bir yelpazede birbirinden farklı rollerin başarıyla üstesinden gelen Üzümoğlu, eserin de aktörlerin de kimliği olduğunu söylüyor. Bugünün Türkiye’sinde yaptığımız her işin politik olduğuna vurgu yapan Üzümoğlu aynı zamanda da BirGün okuru.

Can Yücel’in “Kuzguncuk’ta oturuyorum martılarla aynı katta” dizelerini kaleme aldığı o kafede, ülkeyi yasa boğan depremlerin öncesinde bir araya geldiğimiz Üzümoğlu ile şiir tadında bir söyleşi gerçekleştirdik.

Sırça oyununda ile tiyatro sahnesindesiniz. Oyunda ötekileştirme teması işleniyor. Siz bu kavramı oyuncu olarak nasıl yorumluyorsunuz?
Her türlü ötekileştirmenin, her türlü pozitif veya negatif ayrımcılığın tam karşısındayım. Bu milletler sorunu da olabilir, cinsel yönelim de din de…

Diğer bir tema da umut…
Ne olduğunu çok hatırlamıyorum. Yani sonuçta ötekileştirme de umut da şu anda Türkiye’de politik kavramlar. Daha doğrusu politik kavramlar haline geldi.

Bu yıl yer aldığınız LCV (Lütfen Cevap Veriniz) ve Karanlık Gece filmleri farklı politik mesajlar barındırıyor. Senaryoları neye göre seçiyorsunuz?
Bir eser illa mesaj vermeli ve toplumu hizaya sokmalı ya da onlara bir şey düşündürtmeli demiyorum. Ama bugün yaptığımız işin politik olmaması mümkün değil.

KİMLİKLER MESAJ BARINDIRIR

Sırça 1944’te Amerika’da yazılmış bir oyun. Rise of Empires: Ottoman (İmparatorlukların Yükselişi: Osmanlı) da bir dönemi anlatan belgesel dizi. Bunlar nasıl bugüne politik mesaj gönderiyor?
Tiyatro külliyatını en iyi oyundan en kötü oyuna kadar hep beraber okuyalım. Her oyunun içerisinde bize söyleyecekleri var. Mesela Sırça, en nihayetinde 1944’te Amerika'da yazılmış. Ama yine de aile yapısı olsun, homoseksüel bir erkeğin bir şekilde aile içinde kendini var etmeye çalışması olsun dönemin politikalarına dokunduruyor.

Ottoman dizisine baktığınızda ise aslında bugünün politik dünyasına dair bir şey söylemiyor olabilir. Ama yapılan işlerin iktidar politikasına ne kadar yakın olmasının karşısında oraya yakın olmaması da bize politik bir şey söylüyor. Yani illa eserin ben buradayım demesine gerek yok, oyuncuların, yönetmenin duruşu bize mesajlar verir. Ben bunlara dikkat ediyorum. İlla eser çıksın da yumruklar havaya kalksın demiyorum, öyle olmak zorunda değil. Bizlerin ve yapılan işlerin kimlikleri var.

İNGİLİZCEME GÜVENEMEDİM

Ottoman’daki İngilizceniz çok beğenildi. Bu konuda çalışmalarınız var mıydı?

Ben İngilizcemden dolayı seçmelere katılmaya korktum. Audition süresini kaçırmışım. Duyduğumda kendime çok kızdım. ‘Sen mi İngilizce bilmiyorsun?’ dedim. ‘Çek gönder, elinden geleni yap’ dedim ve yolladım. Ardından dönüş yaptılar. Ve serüven başladı.

KÜLTÜREL KODLARI YOK

Peki, siz bir oyuncunun kendini en iyi ana dilinde ifade edeceğini düşünenlerden misiniz?

Yabancı dilde ne olursa olsun söylediğin bazı kelimelerin kültürel kodları sende yok. Ve tabii senin dilindeki kültürel kodları da o dilde bulamıyorsun. Çevirileri var ama sende yarattığı etkiler yok. Efkâr mesela. Efkârlı olmak diye bir kelime yok İngilizce de. Özlemek var, üzülmek var, acı çekmek var ama efkârlı olmak yok.

İngilizce’nin de olayı ‘cool’ olması. Daha ‘havalı’ bir dil. Türkçe havalı olmadığından değil. Özellikle son 150 yılda film sektörünün Hollywood ile beslendiğini düşünürsek ve herkesin de aslında orayı bir mabet gibi gördüğünü; onların dilini kullanmak havalı geliyor. İster istemez dilin büyüsüne kapılıyorsun. O anlamda tatlı bir şey. Ancak oyuncu olarak aslında bir kusur. Pozitif ve negatifleri var. Benim için de keyifli bir süreçti. Ama bana göre ana dilin yerini tutamaz. Bir kere insana daha güvensiz bir yere konumlandırıyor ne olursa olsun. Hele tiyatro sahnesinde.

Ottoman için sizin kariyerinizde kırılma noktası diyebilir miyiz?
Kendi becerimi gösterdiğim bir alan oldu. Evet, bu anlamda bir kırılma noktası olmuş olabilir. Tarihi bir karakteri yönetmenin sağladığı özgürlük alanı içerisinde rahat rahat yorumumu yaptım. Kariyer olarak ne kadar büyük merdiven oldu bilmiyorum ama bir merdiven oldu kesinlikle.

ÇOK ÇALIŞTIM

2017’de Afife Jale ile ‘En Başarılı Genç Kuşak Sanatçısı’ ödülünü aldınız. Geçen yılda Altın Portakal’da ‘En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’ sizin oldu. Bu 7 yıllık kariyerinizde dönüp baktığınızda ne söylemek istersiniz?
Çocukluğumdan beri oyuncu olmak istiyordum. Çok çalıştım. Üniversitede de çok çalıştım. Üniversiteden sonra da çok çalıştım. Hayatımda ilk defa durduğum aylar, bu aylar. Onun dışında sahneye kapatıyordum kendimi. Çalışıyordum, okuyordum… Para biriktiriyordum ki atölyelere gideyim. Afife Jale tiyatro alanındaki en prestijli ödül, Altın Portakal da film alanındaki. Bu iki ödüle layık görülmek beni çok mutlu etti ve kamçıladı. Yarattığım kariyere bakınca da aslında gurur duyuyorum.

BASKILAR SAHNEYE DE YANSIDI

Bir röportajınızda “Sanatın bugünün Türkiye’sinde politik ve sosyal gerçekleri görmezden geldiğini düşünüyorum” demişsiniz. Bunu açabilir misiniz?
Biz tiyatro yapıcıları olarak, iktidarın oyuna müdahale etmesinden o kadar korkuyoruz ki; bir şey söyleriz, bir şey olur, bir şeyi keserler, bize bir ceza getirilirler, bize bir şey yaparlar, oyunu kaldırırlar korkusu o kadar büyük ki… Oyun içerisindeki didaktik söylemden bahsetmiyorum ama politik unsurlar olabildiğince törpülenerek seyirci karşısına çıkıyor. Haliyle yapılan işlere de yansıyor. Mesela 80’li, 90’lı yıllarda tiyatronun içerisindeki politik meseleler çok fazlayken Rutkay Azizler, Kenterler, Genco Erkallar varken bugün belgesel-tiyatro denilen kavram Türkiye seyircisi tarafından bilinmeyen bir kavrama dönüştü.

Korku, tiyatro gibi aslında politik olma potansiyeli taşıyan sanatı yaparken bazı şeyleri görmeme, görmeyi istememeye ya da görmezden gelmeye sebep oluyor.

Politik meseleler tiyatro sanatından uzaklaştıkça seyircinin eğlencesi yalnızca cinsel şakalara, işte köy şakalarına, diyalekt şakalarına, daha böyle Orta Çağ güldürüsüne kaydı. Politik mizah, yok oldu aslında. Politik güldürü o kadar mühim bir şey ki, örneğin anne babalarımızın anlattığı “Devekuşu Kabare” vardı. Çok iyiydi, çok şöyleydi. Çünkü politik olan; sanki kutsal, dokunulmaz olan bir şey gibi olduğu için hicvi, mizahı daha da kuvvetli oluyor.

BİRLİKTE GÜÇLÜYÜZ

Sanata ve sanatçıya yönelik baskıların yoğun hissedildiği bir dönemden geçiyoruz. Buna dair ne söylemek istersiniz?
Korku bulutu içerisinde işimizi yapmaya çalıştık, çalışıyoruz ama önemli olan ise; biz bunun karşısında da ne yaptık? Ben bunu da soruyorum kendime.
Birazcık kendimizi düşünmekten vazgeçersek yalnızca ‘ben bunu istiyorum’ değil de birazcık daha başkalarının da ne istediğine kulak verirsek o zaman ortak bir günahımız da olur, ortak bir arzumuz da. Kendimizi değil de yanımızdakini düşünerek daha fazla umutlanabiliriz çünkü o zaman yalnız olmadığımızı hissederiz. Bugün buraya gelmemizin sebebi aslında ötekileştirme, yalnızlaştırma meselesi ve böyle böyle oldu her şey. Aslında onun da, senin de, benim de, bizim de aynı şeyleri yaşayıp aynı şeyleri hissettiğimizi ve arzu ettiğimizi bilirsek umut duyabiliriz.

GEZİ EYLEMLERİNE KATILDIM

Öğrencilik yıllarınız öğrenci hareketlerinin ivme kazandığı bir döneme denk geliyor. Siz içerisinde yer aldınız mı?

Eylemlere katıldım. Şimdi de Oyuncular Sendikası’na üyeyim. Onun dışında herhangi bir çatının altında değilim. Gezi olduğunda da Ankara’da öğrenciydim. Eylemlere oldukça aktif katıldım.

BirGün UMUTLANDIRIYOR

Bu dönemde sizin de bayiden BirGün alıp okuduğunuzu bilmek kıymetli…
Niye okuyorum ben BirGün’ü? Çünkü görmeyi istediğim şeyleri, daha doğrusu haberdar olmayı istediğim şeyleri haberdar olmayı istediğim yönleriyle bana gösteren bir gazete. Bir de mücadelesine inandığım ve doğru olduğuna inandığım için bir vatandaş olarak gidip her gün bayiden gazetemizi alıyorum.

Doğaya, kadın dayanışmasına, sendikal hareketlere, ülke siyasetine, dünyadaki politik düzene ve nicelerine dair doğru haberler okuyorum. Çünkü BirGün’deki gazeteciler, doğru şekilde haberi sunmak derdindeler. Haberi allayıp pullayalım, şöyle yapalım, böyle yapalım değil de, biz insanlara bunu anlatalım, yaşanılanı anlatalım derdinler. Korkusuzlar…

İşte ‘umut’ dediğiniz şey vardı ya, mesela BirGün almak beni umutlandırıyor. Çünkü benim gibi habere ulaşmak isteyenlerin bu haberleri yaptığını düşünüyorum da o yüzden, alıyorum, okuyorum.

***
DEDEDEN KALMA YOLCULUK

Fotoğraf sanatına merakın da ötesinde bir ilginiz var. İlginin kaynağı nedir? Nasıl yöneldiniz?
Dedemden kalan Canon AE-1 fotoğraf makinesiyle başladı. Tabii o zaman çok daha uygundu film fiyatları. Böyle gezip gezip saçma sapan fotoğraflar çekiyordum. Aslında ilk çektiğim film çok güzeldi ama sonrasındaki bütün filmlerim çöptü.

Kaç yaşındaydınız?
15, 16… Sonra devam etti. AE-1’den sonra daha kötü bir makinem oldu, onunla çektim. Sonra daha iyi bir makinem oldu, sonra bir tık daha iyi, bir tık daha iyi… İlgim arttıkça: ‘Tamam, ben kendi filmlerimi kendim yıkayayım’ demeye başladım. Siyah beyaz fotoğrafa bulaşmam da böyle oldu. Çünkü renkli film yıkaması zor; evde öyle bir teçhizatım yok. Ayrıca siyah beyaz düşünmesi daha kolay, söylemek istediğini daha çok ortaya çıkartıyor. Daha soyut bir yere götürüyor fotoğrafı, hikâyeyi daha soyutlaştırıyor. Magnum fotoğrafçılarını çok seviyorum. Hepsi aynı ekol değil ama 50 sonrası 80’lere kadar, 85-90’lar da dahil olmak üzere çekilen fotoğraflar benim o kadar hoşuma gidiyor ki, ben de kendi fotoğrafçılığımda öyle bir şey yakalamak istiyorum.

İleride bu konuya dair projeleriniz var mı?
Evet, bir iki aya sergi açacağım. En son da Yusufeli’ni çekmeye gittim. Orada yaşananları, şehri, barajı çektim. O birazcık uzun bir proje gibi görünüyor ama ilerde onunla ilgili de hayallerim var.