Salgınlardan en çok yoksullar etkilenmektedir. Çalışmalar göstermektedir ki yine yoksullar, kronik hastalıkların ve bunlara bağlı sakatlıkların da en çok muhatabı durumundadır. O yüzden yoksulları koruyan yaygın bir sağlık sistemi en temel ihtiyaç olamaya devam etmektedir. Tüm yurttaşların yeterli beslenebilmesi, temiz içme suyuna ve uygun kanalizasyon altyapısına sahip sağlıklı konutlarda yaşayabilmesi hayatidir.

Korona, hepimize eşit davranıyor mu?

Pınar İçel

Tüm dünyayı etkisi altına alan Covid-19 salgını nedeniyle pek çok tartışma gündeme gelmiş durumda. Bilim insanlarının açıklamalarını şarlatanlara tercih etmenin ve temel hijyen koşullarını yerine getirmenin önemi, aşının hayat kurtarıcılığı, idarecilerin şeffaflığının ne kadar temel bir talep olduğu bunların başında gelmekte. Kamucu politikalara sahip ülkeler hem kendi yurttaşları hem de dünyanın geri kalanı için salgın sürecinde mücadele yürütür, aşı çalışmalarına vakit ve kaynak ayırırken enfekte vatandaşlarını kaderleriyle baş başa bırakan ülkeler de şimdiden aşının patentine göz dikip krizi fırsata çevirmenin derdinde olanlar da mevcut. Üstelik bu durum ülkelerin zenginlik durumuyla birebir bağlantılı da değil. Mevcut durum ülkeler arasında sağlık politikalarının karşılaştırılması, tartışmaya açılması açısından fırsat olarak değerlendirilebilir.

Tarihte kayda geçmiş en önemli salgınlardan biri milattan önce 430 yılındaki Atina Vebası salgınıdır. Salgına bağlı ölüm sayısı 75-100 bin civarındadır.
Milattan sonra 165-180 yılları arasında görülen Antoninus veya Gallen’in vebası olarak bilinen ve çiçek veya kızamık hastalığı olduğu tahmin edilen salgın sırasında ise 5 milyon insan hayatını kaybetmiştir. Bu, nüfusun yaklaşık yüzde 30’una denk gelmektedir.

540’lardaki Justinianus Veba salgını ise 25 ila 50 milyon arasında insanın ölümüne neden olmuştur. (Nüfusun yüzde 40’ı)

1350’lerdeki Kara Veba ise insanlık tarihindeki en büyük salgınlardan biridir. Salgında 75 ila 200 milyon kişinin öldüğü tahmin edilmektedir.

1545 ve 1576 yıllarında yaşanan Kanamalı Ateş salgınlarının her birinde 5-25 milyon insan hayatını kaybetmiştir.

1665’teki Büyük Londra Vebası da tahminen 100 bin ölüme sebep olmuş.

Sonrasında aralıklarla ortaya çıkan kolera salgınları yüksek sayıda insanın hayatını kaybetmesine yol açmıştır. 19. yy’da ortaya çıkan birinci ve ikinci kolera salgınının her biri 100 binden fazla insanın ölümüne sebep olmuş, üçüncü kolera salgınında ise 1 milyondan fazla insan hayatını kaybetmiştir.

Yine 20. yy başında yaşanan altıncı kolera salgınında 800 binden fazla insan hayatını kaybetmiştir.

1. Dünya Savaşı yıllarında başlayan İspanyol gribi savaştan daha ölümcül seyretmiş, 50 ila 100 milyon arasında insanın ölümüne neden olmuştur.
21. yüzyıla girerken “enfeksiyon hastalıklarının üstesinden gelindi; enfeksiyon hastalıkları sorununun defterini kapatmaktayız” yaklaşımı yaygınlaşmıştır.

Gelişmiş ülkelerde salgın hastalıkların yerini kanser, kalp hastalığı gibi kronik hastalıklar almıştır. Bir yandan halk sağlığı müdahaleleri, diğer yandan da tıp biliminin bulaşıcı hastalıkları kontrol altına almasıyla ülkelerin demografik profili açısından da önemli sonuçlar oluşmuştur. Bizim gibi ülkelerde ise durum farklıdır, kronik hastalıkların bulaşıcı hastalıklara eklemlenmesi sonucu ortaya çıkan daha farklı ve vahim bir hastalık profiliyle baş etmek zorundayız. Sağlık sistemimiz aynı zamanda kırsal yoksulluk ve göç sonucu ortaya çıkan çarpık kentleşme olgusu ve bunun neticesi sağlık problemleriyle de yüz yüze kalmaktadır. Buna rağmen sağlık sisteminde gidilen dönüşümle sağlık hizmetlerinin örgütlenme ve finans yapısı değiştirilmiş, en temel birkaç sağlık hizmeti sunumu dışındaki hizmetler ücrete tabi kılınmıştır.

Ancak kısa sürede bir dizi yeni enfeksiyon hastalığının ortaya çıkması (AIDS, SARS gibi) ya da üstesinden gelindiği düşünülen bazı hastalıkların yeniden hortladığı (kızamık gibi) gözlenmiştir.

1950’lerin sonunda iki milyon insanın ölümüne sebep olan Asya Gribi salgını, 1960’ların sonunda ise 1 milyon insanın ölümüne neden olan Hong Kong Gribi salgını yaşanmıştır.

1960’larda görülmeye başlayan HIV 30 milyondan fazla insanın ölümüne neden olmuş, günümüzde hâlâ tehdit oluşturan bir hastalıktır. Yakın zamanlarda ise SARS ve MERS salgınları ve yine 300 bine yakın insanı ölümüne neden olan domuz ve kuş gribi salgınları yaşanmıştır. 2009’daki Batı Afrika Menenjit salgını 900’den fazla kişiyi, 2010’da başlayan Haiti Kolera salgını ise 8 bin 500’den fazla kişiyi öldürmüştür. 2011’den günümüze kadar devam eden Kongo Kızamık salgınında şimdiye kadarki ölüm sayısı tahmini 4 bin 600’dür. 2014’ten beri devam eden Batı Afrika Ebola salgını ise yaklaşık 11 bin 300 ölüme neden olmuştur.

2019’un Aralık ayında başlayan korona salgınından ölüm sayısı ise şu anda 10 bin dolayındadır.

Elbette bu artışın çeşitli nedenleri bulunmaktadır. Özellikle küreselleşme olarak adlandırılan ve neoliberal politikaların egemen olduğu bu süreçte:

♦ Seyahatlerin artışına bağlı olarak insan ilişkilerindeki yoğunluk,

♦ Nüfus artışı ve sağlıksız kentleşme,

♦ Gıda sektöründe gözlenen üretim ve dağıtımındaki tekelleşme; üretimi artırmak için antibiyotiklerin yaygın kullanımı,

♦ Yoksulluk, savaşlar, göçler,

♦ Post-modernizmle birlikte bilim düşmanlığı, aşı karşıtlığının yükselişi, aşılama oranlarında düşüş,

♦ Ormanların ve suyun kötü kullanımı, ekolojik değişime yol açılması, farklı coğrafyalardaki ısı ve nem oranlarında, doğa olaylarının sıklığında ve şiddetinde değişikliğe neden olunması enfeksiyon hastalıklarının artışında önemli olmuştur.

Sağlık hizmetlerine olan talebin artışında sağlık ihtiyacı ve bireyin sağlık konusunda duyarlılığı önemlidir. Kişiler sağlıklı olduğu dönemlerde sağlık hizmetlerine daha az talepte bulunurken hasta olduklarında ya da salgın hastalık dönemlerinde daha fazla talepte bulunmaktadır. Sağlığın bozulması durumunda sağlık hizmetlerinin fiyatı ne kadar yüksek olursa olsun kişiler sağlık hizmetlerine talepte bulunacaktır.

Salgınlardan en çok yoksullar etkilenmektedir. Çalışmalar göstermektedir ki yine yoksullar, kronik hastalıkların ve bunlara bağlı sakatlıkların da en çok muhatabı durumundadır. O yüzden yoksulları koruyan, yaygın bir sağlık sistemi en temel ihtiyaç olamaya devam etmektedir. Tüm yurttaşların yeterli beslenebilmesi, temiz içme suyuna ve uygun kanalizasyon altyapısına sahip sağlıklı konutlarda yaşayabilmesi hayatidir. Tüm bunlarla birlikte son yaşadığımız Covid-19 salgını ve hastalığa yakalananların büyük kısmının yoğun bakıma ihtiyaç duyması ancak bu talebin karşılanmasında yaşanan güçlük de göstermektedir ki bu tarz durumlara hazırlıklı, yaygın ve güçlü bir birinci basamak sistemine, sevk zincirine ve tüm imkânlara sahip ve mevcut imkânlarını ve işgücünü uygun kullanabilen üçüncü basamak sistemine ihtiyaç vardır. Sağlık sistemlerinin aşırı yüklenmesinin engellenmesi, aşırı acil servis kullanımının durdurulması gerekmektedir. Sağlığın bir meta olmadığı, tüm yurttaşlar için eşit, ücretsiz, nitelikli, ulaşılabilir olması gerektiği gerçeği tekrar gün yüzündedir.

İran Sağlık Bakan Yardımcısı, Covid-19 vakalarının daha çok yoksulların yaşadığı bölgelerde görüldüğünü söylemekte, söz konusu bölgelerdeki nüfus yoğunluğuna dikkati çekmekte, Covid-19 taşıdığı şüphesi bulunan kişilerin bu tür mahallelerdeki evlerde kendilerini izole edebilecekleri odaya sahip olmadıklarını söylemektedir.

Aç kalmamak için ölüm riskini göze alarak çalışmak zorunda kalan işçiler gerçeği, açıklanan önlem paketinde yine sermaye sahiplerinin kollanması, hayatını riske atarak çalışan sağlık emekçilerinin koruyucu malzeme gibi en temel taleplerinin bile yeterince karşılanmadığı bir ortamda eşitlikçi ekonomik politikalar ve kamusal sağlık hizmeti talebi her zamankinden daha hayatidir.