Hamlet’in temizliği Danimarka Krallığı’ndaki kokuşmuşluğun tam da ortasındaki bir karakter olmasındandır. Seyircinin kötü kokunun peşine düşmesidir bu anlatıların erdemi.

Kötü kokan filmler

Murat TIRPAN

Son zamanlarda film eleştirilerinde/yazılarında sıkça gördüğümüz “temiz bir film” tabirinde ciddi bir sakatlık mevcut. Çünkü bir sanat eserini “temiz” olarak nitelemek her şeyden önce eserin kendisine haksızlıktır, çoğunlukla da katmanlarını görememekle ilgilidir. Öte yandan bir filmin gerçekten “temiz” olması sıklıkla onun kötü olmasıyla da eşdeğer olabilir. Kirli her zaman daha sofistikedir.

Bu konuda bir zamanların ünlü bir deterjan firması reklamı bize çok şey öğretebilir. Söz konusu reklamda akılda kalıcı bir sloganla karşılaşmıştık: Kirlenmek güzeldir. Reklam kirlenmeyi övüyor ama sonunda yine de temiz olmamız gerektiğine varıyordu pazarlamanın doğası gereği. Temiz’e övgü kirlinin erdemini görmezden gelmemize neden olur genellikle. Ama burada başka bir şeyle karşılaşıyoruz, reklamdaki karşıtların birliği, temizliğin ancak kirlenmenin güzelliğiyle var olabilmesidir bütün meselenin özü.

Temiz olmak sorgusuz sualsiz bir erdem gibi görülür, oysa diyalektik gereği ‘pis’in varlığıyla bir anlam kazanır. Temiz’i temyize götürmek yani tam da kelimenin etimolojik kökündeki gibi “arındırmak” gerekir. Bir kavramı temyize havale ederseniz ekseriyetle karşıtıyla karşılaşırsınız. Bunu en açık dilin şaşırtıcı oyunlarında görürüz. Temizin dilin müthiş tarihsel manevralarıyla karşıtını işaret ettiği çok an vardır. Şımarık sevgilinin sevdiğini pis diye sevmesi gibi temiz de sıkça pis’le yakınlaşır. Metro çıkışında GBT yapan polisler bizi temiz bulduğunda hiçbir eyleme karışmayıp ceza almadığımız için gurur mu duymalıyız? Öte yandan temiz olmak avcının jargonunda ölü olmakla birdir, temizlemek ortadan kaldırmakla eşdeğerdir. Pis bir iş bittiğinde temiz iş deriz, borç isterken “temizinden” isteriz.

Aynı zıtlığı kullanarak yönetmenler filmlerde karakteri netleştirmek için sık sık kadraja genellikle kirli (defocus) bir nesne yerleştirirler. Gerçekten önemli olana dikkat çekmek için sürekli olarak ‘kirli’ bir çerçeve (başka bir aktörü, nesneyi veya yapıyı çekime, odakta olsun ya da olmasın, ancak genellikle odak dışı yerleştirerek) kullanmak kasıtlı bir seçimdir. İyi yapılmış filmlerin hepsinde görebileceğimiz bu işaret etme taktiğinde net/temiz olan bulanık/kirli olan sayesinde ortaya çıkar.

Tuhaf bir kolaycılıkla film eleştirmenlerinin jargonuna yerleşen “temiz film”, “temiz reji” gibi kavramlar aynı dilsel oyunla filmin kötülüğünü açığa vuruyor olabilir mi? Mesela Adana’dan bol ödül kapan Nisan Dağ’ın filmini temiz diye nitelemek ya söylediğimiz gibi eleştirmenin aşağıdaki bilinçli pisliği görmemesindendir ya da bu temizlik filmin gerçekten de en büyük handikabıdır. Eğer eleştirmene yüklenmekten vazgeçip ikinciyi seçersek şu durumla karşılaşırız: Temizlik hijyenle karıştırıldığında gerçekle olan bağlar bir anda yerle bir olur.

Temiz olanı hijyenik sanan yönetmenler etraftaki pisliklere gözlerini kaparlar. Örneğin Bir Nefes Daha fazlasıyla hijyenik bir filmdir, kahramanı Fehmi’yi ve onun uyuşturucu bağımlılığını anlatırken onu yalıtır ve tek bir meseleyle sınırlandırır. Kamera sadece ona ve onun derdine (uyuşturucu) dönüktür. Oysa Nuri Bilge’nin Ahlat Ağacı’na ya da Kış Uykusu’na bakın. Bu filmlerde tüm pislikler karakterin etrafında dolanır dururlar, karakterler cümle dertlerle malul bir dünyanın içinde yaşarlar. Zaten filmler genelde bu nedenle uzundur, tüm bu pislikler mütemadiyen yönetmenin “temiz” kadrajlarını kirletirler, onunla ciddi ve bilinçli bir kontrast oluştururlar.

Yine sinematografiye dönelim. Burada bir “kirli çekim”, görsel müdahale içeren bir kamera çekimidir; bu da oyuncunun net, “temiz” görüntüsünü “bir şeyin” engellediği anlamına gelir. Tıpkı 1967 tarihli The Graduate filminde Dustin Hoffman konuşurken Anne Bancroft’un bacağının sürekli onu kirletmesi gibi karakterin temizliği bu kirli unsurlarla belirginleşir. Senaryodaki tüm kirli unsurlar da karakteri daha net görmemizi sağlayan öğelerdir bir yandan. Bir filmin kirliliği pelikülün dokusunda, oyuncunun/karakterin performansında, ışığın tersliğinde (Ahlat Ağacı), kadrajın sıra dışılığında (Noe, Dönüş Yok), atmosferin katlanılmazlığında (Üç Maymun), finalin şok ediciliğinde (Seven) ya da bir diyaloğun kinayesinde (Pulp Fiction) gizli olabilir. Bazen yönetmenin hesaplı kirliliği kafamızı karıştırırken bazense gerçekçiliğin Stendal’cı yansıması bildiğimizi sandığımızı yüzümüze vurur.

Bütün kirli filmler iyi değildir elbet. Kirlinin, pisin hası içinden temiz geçendedir. Temiz yapılandan, temiz görünenden “ayıkladığınızda” ortaya çıkan kirli kabuldür ya da tam tersi. Hayaletler mesela; kurgusuyla, atmosferiyle, karakterleriyle gayet kirli bir filmdir. Sen Ben Lenin’in iktidara karşı yaptığı “pislik” gayet yerindedir. Filmdeki dedektif niye sürekli ıslak mendillerle temizlenmeye çalışır zannediyorsunuz?

Dolayısıyla Hamlet’in temizliği Danimarka Krallığı’ndaki kokuşmuşluğun tam da ortasındaki bir karakter olmasındandır. Seyircinin kötü kokunun peşine düşmesidir bu anlatıların erdemi. Özetle şairin sözünü ciddiye almamız gerek, “Ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi!” diyen. Ya da aynı reklam sloganını filmleri düşünerek kullanırsak, kirlenmek gayet güzeldir ve kötü kokan filmler de büyük olasılıkla iyidir.