Hafta sonunu Malatya’da köyümde geçirdim. Üç öğün dut yiyerek. Dutun, mucizevi bir şey olduğuna yıllar önce karar vermiştim. Dut ağaçlarını gördüğümde önce tapınıp....

Hafta sonunu Malatya’da köyümde geçirdim. Üç öğün dut yiyerek. Dutun, mucizevi bir şey olduğuna yıllar önce karar vermiştim. Dut ağaçlarını gördüğümde önce tapınıp, sonra dut yemek geliyor içimden. Dibine dökülenleri görünce çok geriliyorum: “Bastığın yerleri toprak deyip geçme tanı!” Duta tapınmamın nedeni boğazıma düşkünlüğüm oranında, ayakta duran son organik ağaç olması da… Bunu, bu sefer köylülerle konuştukça daha da anladım. Hakikaten, genetiğiyle oynanmamış, tarım ilaçları değmemiş, tehlike arzetmeyen tek şey dutmuş.

Ben böyle dut dallarına saldırmışken, yan bahçede bir grup kız çocuğu oldukça geniş bir repertuarla şarkılar icra ediyordu. Hiç duymadığım kimi şarkılar. Acılı pop, arada bir iki türkü… Altlarında oturup şarkılar söyledikleri ağaç, yılın üç döneminde üç ayrı tarım ilacına maruz kalmıyor. Niçün? Böcekler yemesin, çilli olmasın, pürüzsüz olsunlar diye. Yıl boyunca çocuklarından daha çok kayısı ağaçlarına bakan, oradan gelecek üç beş kuruşu yıla yayan, belki toprak damına iki kiremit atıp çatı yapmayı hayal eden, yıl boyu kullanacağı çayı şekeri depolayan köylünün o meşhur değimlerdeki “kurnazlığı” tam bir balonmuş dostlar. Çünkü bir köylü kurnaz olsa, en azından kendi çocukları için bir ağacı ayırtır da kenara, ilaç milaç atmaz. Kayısıların çilleri geçtikçe çocukların çilleneceğini, o zehirli ilaçların değdiği dalların altında oynayan, arada ağaçlara uzanıp bir kayısıyı giysisinin koluna sürerek temizleyip ağzına atan çocukları hesap ederdi. Nerede kurnazlık?

Şimdi ben size o çarşı pazarda gördüğünüz yarım altın gibi sarı kayısıların hikayesini anlatayım iki satır. Memleketime zarar veriyor olsam da bilin ne yediğinizi. O kayısılar eskiden yani tarım ilaçları yokken ıslatılmış tütün suyuyla ilaçlanırdı, haşereye karşı. Kışın mesela ayaz soğuğu olduğunda ağaçların altında ateşler yakılırdı öbek öbek, ısıtılırdı ağaçlar. Ne kurtulursa artık? Sonra, olgunlaşan meyveler güneşin altında kurutulurdu, renkleri biçimsiz olsa da sağlıklıydı. Ardından tarım ilaçları girdi köye. Şimdi nasıl yapılıyor? Ağaç çiçek açınca bir posta ilaçlanıyor, meyve verince bir posta ilaçlanıyor ki bunlara köylüler zaten ilaç değil kafadan “zehir” diyorlar. O ağaçlar sadece kendilerini değil, altında dolaşan tavuğu, çocuğu, böceği de zehirliyor. Sonra o pürüzsüz kayısılar dalları aşağıya sarkıtacak kadar çoğalıp, sapsarı, albenili hale geliyor. Onlar toplanıyor, “islim” denilen tek odalı küçük evciklere konuluyor kasalarla. Hava almaması gerekiyor o evlerin. İçinde kükürt yakılıyor ve kayısılar kükürtle pişiyor. Sonra da güneşin altına serilip, hafif büzüşmeye başlayınca çekirdekleri tek tek çıkarılıyor. İşte o yarım altın şeklindeki kayısılar bütün bu işlemlerden geçiyor.

Mesele sadece kayısı olsa iyidir… Nasıl bir felaketin yaşandığını fark etsek, bırakacağız aslında savaşları şunları bunları. Bir söz var ya, “Bırakın tartışmayı, er ya da geç hepimiz öleceğiz!” Öleceğiz ölmesine de, ne zaman öleceğimiz kısmı işte burada.

Eskiden, yani benim çocukluğumda her ev kendi sebzesini ekerdi evin önüne ya da bahçeye. Sonra o sebzelerin köke en yakın olanı, salatalık, domates, kabak her ne ise, onlara dokunulmaz, tohumluk için bekletilirdi. Onlar büyür de büyür, sararır, tohumları belirginleşir ve kenara alınırdı. Fakat şimdi bunu yapmak mümkün değil. Köylerde dahi… Çünkü köylüler “uyanık” olmadığından, kenara kaldırmamışlar böyle çekirdekli sebzeleri. Fideleri ya da tohumları çarşıdan alıyorlar. Şu meşhur İsrail’in salkım domatesini pek beğenmişler. Bilmiyorlar ki genetiğiyle oynandığı için o domateslerin etken maddesinin öldüğünü. Daha da kötüsü, şu an hiçbir sebzeden tohum elde edilemiyor. Çünkü efendiler öyle bir hale getirmişler ki, köylü her yıl tohum satın alsın diye sebzelerin genetiğiyle oynanmış ve tohumsuzlaştırılmış.

Herkes kendi geçmişini özler. Bu sabittir. Fakat ben henüz kendi geçmişimi ısrarla özleyecek ve bugün ile mukayese yapacak kadar yaşlanmadım. (Yazar genç olduğunu söylüyor, ilginize…) Lakin düşünüyorum, küçükken, yani tarım ilaçları vs. henüz köye girmeden önce, bizler hormonsuz çocuklardık. O kadar hormonsuzduk ki kendi oyuncaklarımızı kendimiz yapardık. Bez bebekler diker, içine koyun yünü doldurur, sonra onlara tek renk pamuklu bezlerden elbiseler yapartık. Kına otlarından elimize kınalar sürer, bayram beklerdik. Ekmeğimizin arasına otlar koyar, çikolata düşleri kurardık.

Yani meseleyi bağlamak gerekirse, hepimiz her gün öldürülüyoruz. Birbirimizi öldürmemize gerek yok. Hormonlu çocuklar balonlar gibi şişerek büyüyor, bir küçük iğne patlatacak onları. Ne yapmalı, nasıl ayılmalıyız bilmiyorum. Ama siz yine de kayısılara dikkat edin. Mümkünse kara yani “gün kurusu” diye satılanları yiyin. Çirkindir ama iyidir… Afiyetler ola!