Patates artıklarını topladığı için dövülen yoksul çocukların ülkesinden Küba’ya giden Altaylı, “yasaklar ülkesi nasıl gelişecek?”  diye bir soru atmış ortaya. Gelişimden anladığının ne olduğunu çözemedim ben.  ‘Yetmez ama’ daha yumuşak havlulara, renk renk sayısız havluya, aç çocukların masalarda kalan artıklarına bile layık görülmediği bolca patates kızartmasına boğulmaksa kastettiği haklıdır. Küba çok geri kalmıştır.

Küba gerçeği: Patates ve ıstakoz

ZEYNEP ALTIOK AKATLI @zeynabelle

Meğer Küba’nın “gerçek”lerini anlamak için Recep Tayyip’ten gayrı bir de Fatih Altaylı’ya kulak vermeliymişiz! Bunca yıldır bize söylenen yalanlardan uyanmak için bu yazıyı okumak gerekmiş. Gidip görmüş olsak da anlamış olma ihtimalimiz yokmuş ki olanca egosu ve kibriyle “Küba gerçeğini anlatacağım” diyor yazan. “Yazmak o kadar da zor bir iş değil, yaptığınız tek şey daktilonun başına oturup akmak” der Hemingway. Öyle ya önemli olan ne akıtacağınız, o da neye baktığınızı, ne gördüğünüzü yani sizi anlatır. “Okurun fark ettiği tek şey, yazmanın korkunç sorumluluğunu izleyen sorumsuzluktur.” Bu sözler de “bir hayvanı yaralamışsak, onu sonuna kadar izleme sorumluluğumuz var” diyen sorumluluk sahibi bir ustanın. Küba’ya tutkun Ernest Hemingway’in.  Ahkâm kesmekten özenle sakınan bir dehanın özenini basit bir izlenim yazısında aramak yersiz olur. Ama kendi baktığını “gerçekler” olarak tanımlama sorumsuzluğu düşündürüyor insanı. 

Küba’ya 2009 yılının ocak ayında gittim. Hayatımın en özel seyahatiydi. Birçok bakımdan paha biçilmez bir yolculuk yaptım. 

“hikâye insanoğlu üstüne

insanoğlunun gençliği

umutları üstüne

hikâyeyi benden güzel anlattılar

benden güzel anlatacaklar

hikâyeyi dost düşman işitmeyen kalmadı”***

Kübalı şair Nicolás Guillén’in davetiyle, 1961 yılı Mayıs ayında 1. Küba Sanatçılar ve Yazarlar Kongresi’ne katılmak üzere Havana’ya giden Nâzım’ın ayak izlerini takip ederek gezdim kenti. Bugün yönetim kurulunda bulunma onurunu taşıdığım Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı (NHKSV) ve Nicolás Guillén Vakfı’nın Nâzım’ın doğumunun 108. yılını kutlamak üzere düzenlediği bir tören için yaptığımız bu yolculukta Küba’yı birbirinden kıymetli ve duyarlı dostlarımızla birlikte yaşadım, deneyimledim. Geçmişi, devrimi, bugünü her açıdan değerlendirdiğimiz ve heyecanla paylaştığımız günler ve geceler unutulmazdı. Kimler yoktu ki bu yolculukta. İlk gençliğinde Marksizm ve Gerilla Savaşı’nı Türkçeye çeviren, yaşama çocuk sevinciyle bağlı bir idealist olan sevgili annem Füsun Akatlı’yla yaptığımız yeri doldurulmaz seyahatlerimizin sonuncusuydu bu. Vakfımız tarafından Küba’ya armağan edilecek Nâzım heykelinin yaratıcısı Mehmet Aksoy, Nâzım Havana’dan Paris’e döndüğünde onu ilk dinleyen yoldaşlarından Hıfzı Topuz, Nâzım’ın şiirini bambaşka bir boyuta taşıyarak bizlere doyumsuz bir deneyim yaşatan Genco Erkal, Üstün Akmen, Pınar Kür, Vakfımızın yönetim kurulu üyeleri Tarık Akan, Rutkay Aziz, Zeynep Oral, Özcan Arca, Kıymet Coşkun, Umur Bugay  ve Nedim Saban, Nuri Dikeç, Arif Keskiner, Zehra İpşiroğlu’nun da aralarında olduğu daha bir çok kişiyle oradaydım.

Bizim ‘hikâyemiz  insan üzerine’ydi. Hikâyeyi benden güzel anlayanlarla bizden güzel anlatanlara kulak verdik. Hikâyeyi yazanların memleketindeydik. Onların gözündeki ışığı içimizde hissettik. Mutlulardı, mutluyduk. Zaman akıyor elbet. Gün yerinde ağır. Kaçınılmaz olan değişimin, olumlu yanı kadar olumsuz etkileri de dünyanın her yerinde yaşanıyor. Bunu yadsıyacak ve yoksulluğu yok sayacak, ‘her şey mükemmeldi’ gibi gerçekliği mümkün olmayan hayalperest cümleler kuracak değilim. Ama işte herkesin gerçeği, kendi değer yargıları ve beklentileri ile şekilleniyor. Doğrusu ya biz de ağaç kovuğunda yetişmedik. 

Özellikle “kentin en iyisi” oteli bulayım derdim hiç yoktur. Gittiğim yerin tarihini, dokusunu yaşamak isterim. Küba’nın yıllarca ambargo altında bırakılmışlığı nedeniyle gelişememiş koşulları kalacak yer anlamında kısıtlar getiriyor. Kaldığımız yer tarih ve karakter kokan Nacional Hotel bu kriterleri de karşılayan ve “en iyi” tabir edilen bir oteldi. Doğrusu hiçbirimizin Küba’da yumuşak havlu kriterimiz sanırım yoktu. Havluların eskiliği ile ilgili “Comandante Che” üzerinden “ne o Che’nin havluları mı bunlar ki atmaya kıyamıyorsunuz” şeklinde espri yapma saygısızlığı ise aklımıza dahi gelemezdi. Bir düşünün “kutsala hakaretin” hafifletici tahrik sebebi sayıldığı ülkemizde insan yaktıran böylesi bir çıkış nasıl değerlendirilir? Otel görevlisi kahkahayı patlatmış Havana’da. Her nasılsa tahrik olmamış! 

Patates yok ama eğitim var, sağlık var, sanat var
Binaların eskiliği, yıpranmışlığı çarpıyor insanı, evet. Ama hiç kimsenin diğerinden daha iyi koşullarda yaşamadığı “gerçeği”yle bakınca; “ne yazık ki, o binaların içinde insanlar yaşıyor” cümlesi öyle anlamsızlaşıyor ki. Ya kim yaşayacaktı! Kübalıların “pencerelere pimapen çirkinliği yapamamış” olmalarını “o kadar büyük bir yokluk var ki” diye açıklamak ve estetiğin eğitim ile gelişen bir olgu olduğunu hiçe saymak ancak hayatı sadece para ve refahla algılayınca mümkün demek ki. Ben nüfusun %90’a yakınının üniversite mezunu olduğu bu ülkenin refah koşullarında kültür mirasını nasıl koruyacağını da bileceğini düşünüyorum örneğin. Bir örnek; Batista diktasında kapanan Küba Ulusal Balesi, devrim sonrası Castro tarafından verilen talimatla yeniden kurulmuş. Bu yoksul ülkenin lideri yokluk koşullarında baleyi yeniden kurmak için ihtiyaç olan rakamın bin dolar olduğunu öğrendiğinde hiç tereddütsüz “Yarın size 2 bin dolar verilecek,” diyerek Küba ulusal balesinin yeniden kurulmasını sağlamış. Üniversite mezuniyet oranından söz açmışken bu oranın olduğu ülkemizde sanat ve sanat kurumlarının içler acısı durumu ayrı bir makale konusu olur ama yeri gelmişken üniversite mezunları içinde %65.8’in kadın olduğuna da değinmek isterim. 

Pimapensiz pencereler, kilitsiz kapılar
Evet pencerelerde cam yoktu. Kapılar da kilitlenmiyordu hatta kapatılmıyordu bile. Sokaklarda gezerken içeri giriverseniz şaşırmayacak gibiydi insanlar. Hatta kapılarda karşılaştıklarımız buyur ettiler. Çocuklar eteğimize yapışıp para istemediler, yalvarmadılar. Tertemizdiler. Nereye adım atsak şarkılar... Üç meyve varsa ortada biri kucağımıza döküldü. Anlattılar; eğer arabanız varsa -ki çok az insan sahip o güzelim eski model Amerikan arabalarına- yasa gereği yolda gördüğünüz vatandaşları yolunuz uyduğu kadar taşımak zorundaymışsınız. Şehirlerarası ulaşım bile böyle mümkünmüş. Gece vakti otoyol kenarında elinden tuttuğu çocuğu ile güzel bir kadın gördük yoldan geçen tanımadığı bir arabaya şoförün yanına yerleşiverdi. Küba’da neler yok diye sayacaksak onca yoksulluk varken nasıl oluyor da suç yok, hırsızlık yok, kadın cinayeti yok, şiddet yok diye sormak gerek. Doğru insan ister istemez gittiği yerleri kendi ülkesiyle kıyaslıyor da gelişim kıstasımız ne olmalı? Özgecan’ın okulundan eve dönerken bir toplu taşıma aracında tek başına kaldıktan sonra şoför tarafından öldürüldüğü bir ülkeden Küba’ya giden Altaylı “yasaklar ülkesi nasıl gelişecek?” diye bir soru atmış ortaya. Gelişimden anladığının ne olduğunu çözemedim ben. Paraya teslim olmak; ‘yetmez ama’ daha yumuşak havlulara, renk renk sayısız havluya, aç çocukların masalarda kalan artıklarına bile layık görülmediği bolca patates kızartmasına boğulmaksa kastettiği haklıdır. Küba çok geri kalmıştır.

Patates yok, emperyalist abluka var
Öte yandan bana göre Küba’da yoksulluktan çok yoksunluktan söz edilebilir. Kaynakları kısıtlı olan tek yer, hatta tek ada Küba değil elbet. Örneğin Malta’da da su bile adaya dışardan tankerlerle getiriliyor ve nar dışında yetişen bir ağaç bile yok. Ama bu bir yoksulluk nedeni değil. Kendi kaderini tayin etmesine izin verilmeyen kaynakları bu denli kısıtlı bir ülkenin, emperyalist güçlerin ambargosuna rağmen olanakları çerçevesinde topluma sağladığı eşit koşullar ve bu koşulları korumak için getirilen kurallara sorgusuz uyan, devrimi ve devrimcilerini anarken gözlerinin içi aşkla pırıldayan insanları gördüğümde söz etmeye değer bulduklarım “yoklar listesi” ve yoksulluk olamaz benim. O yok bu yok diyerek tuhaf karşılaştırmalar yapılabilecek bir yer değil Küba. Olanlara hayranlık duyulacak bir yer. Küba seyahatimden sonra hüzünle düşündüğüm, “onca yokluğa karşın eğitim, sağlık gibi alanlarda dünyaya fark atan, suç oranı %5’i bulmayan Küba’da da Meksika’da olduğu gibi petrol olsaydı ne olurdu?” sorusuydu. Sömürü kültürüyle beslenen emperyalist güçlerin her zaman uyanış ve aydınlanma ile eşdeğer görerek reddettiği, öcüleştirdiği komünist rejim işte o zaman nasıl vücut bulacaktı?

Küba’da patates yokmuş ama dağ taş ıstakoz ve şeker kamışı yani rom! Aklını paraya esir edenlerin inanılmaz rakamlar ödeyerek sofralarına almakla böbürlendiği bu “zevk” unsurları üç para. Konu Küba olunca yoksulluğa kibirle yaklaşanlar fuhuştan da söz ediyor bolca. Evet Küba’da özellikle küçük yaşta fuhuş var. Dünyanın pek çok başka yerinde olduğu gibi... Küba’dan geriye akılda bunlar mı kalır bilmem. Başta dedim ya neye baktığın, hangi gerçeklikle ve hangi derinlikle baktığına göre değişir bu algı.  Bugünün Türkiye’sini esir alan zihniyet duymasın. Zaten cami de yok!  Hemen Pompei örneğini hatırlayıverirler. “Yoksulluğu hak ediyor Kübalılar” demeleri an meselesi olur. Zaten lezzet de yokmuş Küba’da. “Tavuk ithal, balık ithal, yumurta ithal” diyor Altaylı. “Koskoca adada niye tavuk yok?” sorusuna “tavuk Kanada’dan geliyor; sarısı bile beyaz renkte olan yumurtalar da” yanıtını almış. Benim bundan anladığım; Kanada’da da her şey yavan demek. Lezzet için “yerinden yumurtlama” şartı var anlaşılan. Türkiye’de misal somon da ithal, havyar da ama menüde tabağına 150 TL verilen restoranlardan geçilmiyor. Ha bu örnekler çok Avrupaî kaçıyorsa hurma da ithal geliyor ülkemize. 

Biz lezzeti kendinden menkul harika sofralarda oturduk. Yedik, içtik, çaldık, söyledik. Kübalılarla dans ettik. Gerçekleri yadsımadık, fuhşa, yokluğa, değişime üzüldük. Her geçen gün gelişen turizmin ve ülkemizde bugünlerde pek popüler olan “açılım”ların oraya getirebileceği olası değişimi endişelenerek konu ettik sofralarımıza. Nâzım’ın, Hemingway’in, Nicholas Guillen’in, Fidel Castro’nun, Comandante’nin ve tüm devrimcilerin Küba’sını merak ettik. Aradığımızı Kübalılarda bulduk. İçimize çektik. 

Ben kendi adıma yine gitmek, mümkün olsa yaşamak isterim Küba’da. Tek elbiseyle, tek ayakkabıyla ama derinlikle çoğalarak yaşamak isteği uyandırdı Küba bende. Tadı damağımda kalan güzellikler, kahkahası eksik olmayan kadife sesli insanlar ve mutlu anılar... Ben umutlu ayrıldım Küba’dan, gerçek bir sosyalist olan annem ise daha buruk. En büyük tesellim anneciğimin bu dünyaya veda etmeden önce Küba’yı yaşamış, devrimin çocuklarının gözündeki ışığı görmüş olması. Hem de çok sevdiği Nâzım Hikmet’in gözüyle...

Ne dersiniz? Abidin Dino, Nâzım’ın Küba’sını dinledikten sonra ‘mutluluğun resmini yapabilir miydi? Hürriyet sözcüğünün resmini ama yalansızının?’

*Nâzım Hikmet / Saman Sarısı

**“There is nothing to writing. All you do is sit down at a typewriter and bleed.” Ernest Hemingway

**Nâzım Hikmet / Havana röportajı