Küçüğü düşünmek

ERDAL ATEŞ

1.

İki yıl önce köydeki otlağa gittim. Bir köylünün koyun sürüsü vardı. Koyunları, kuzuları tuttum tek tek sevdim, okşadım. O gün parmaklarım, ayalarım bu hayvanların yünlerindeki elektrikleri çekmişti sanki. Yünlerin incecik titreşimleri vardı ellerimden kollarıma doğru ve buradan da vücuduma yayılan. Ta kulağıma dek. Bunlar, yıllardır çınlayan kulağımdaki sesleri, başka bir ses yığınına dönüştürüyordu. Çatıya düşen yağmur damlalarının sesleri gibi. Bu seslere, cırcır böcekleri de eşlik ediyor sanki. Tam böyle değil. Tarif bile edemiyorum. Yaşadığımız dünyada bir örneği de yok ki bunun. Belki de vardır ben bilmiyorum. Tarif edemiyorum. Yanlış tarifliyorum belki de. Ama kafamda bu sesleri canlandırıyor duyumsadığım titreşimler. Bana sürekli bir şeyleri hissettiriyor. Bir koyunun ya da kuzunun sırtındaki o yünler, neden bana, içime sokulmuştu? Galiba çocukluğuma ait kimi zaman kırıntıları neden olmuştu buna. Bu kırıntılar belleğimde, bir kapı aralığında kendilerini gösteriyordu sanki. Ama kırıntıların o kapıyı sonuna dek açıp yekinmemesi için kaşla göz arasında, bu kırıntıları; uzaklara, geldikleri yere savuruyordum.

2.

Bir gün yolum Saman Pazarı'na düştü. Öteberi satan bir dükkânın önündeki keçelerin başında buldum kendimi. Yün keçelerin. Sağ elimle keçenin yüzeyini okşadım. Usul usul. Gözlerim kapalı. Köydeki koyunları, kuzuları anımsadım. Onların yünlerini. Her bir teli bilinmez bir müzik aletine ait o yünleri. Yoksa bu keçelerin yünleri onların yünleri miydi? Ayalarım ısınmaya başladı. Köydeki o titreme yeniden başladı. Çınlayan kulağıma bağlandı apansızın bu tuhaf müzik.

Ah, nasıl bir müzik bu.
Bir cenaze müziği.
Ağıt.

3.

Atölyemde, iki metre uzunluğunda doğal keçem vardı artık. Doğal. Candan. Zaman zaman bu keçelere el sürdüm, okşadım. Köydeki o hayvanlar geliyordu gözümün önüne. Bir candı bu keçeler. Onların canı. İlk kez kokladım keçeyi. Ürperdim. Aynı kokuydu. Köydekiyle. Elime, yüzüme sindi bu koku. Uzun süre yitmedi. En çok da ellerimde. Koku bana bir şeyleri anımsatıyor, hissettiriyor. Gece gündüz. Her daim. Kaçamayacağımı anladım bir gün. Yeniden Saman Pazarı'na gittim. Aynı dükkâna. Bütün farklı kalınlıktaki tüm keçelere el, yüz sürdüm. Mıncıkladım onları. Dükkân sahibi, bana tuhaf tuhaf baktı. Sonra gülümsedi birden. "Safi koyun yününden" dedi. Benim hissettiklerimi acaba o da hissetmiş miydi? Yok. Bana bakışlarından bunu anladım. Buraya gelmemin nedenini unuttum. Aslında hem biliyor, hem de bilmiyordum. Beni sürükleyen itki bir sezgiydi. Bir ipucu yakalama sezgisi. Belki de kendimi rahata, huzura kavuşturma yoluydu. Bir yol, derman bulma umudu. Ya da bulmuş gibi olup onunla teselli olma. Atölyeme, büyük bir çuval koyun yünü ile döndüm. Sırtımda bir dağ taşıdım. O dağın eteğinde otlayan bir koyun sürüsünü. Kaval sesi, koyunların başında sallanan çan seslerine karışıyordu. Çan sesleri, kurt seslerine. Kurt sesleri, kasabın bıçak, satır ve bileği taşının sürtünme sesine. Kurban bayramı. Sabah namazı. Bahçede açılan çukurlar. Bir gün öncesinden bilenmiş kılağılı hançerler. İp. Leğenler. Dua... Sıcak etler, kavurma. Eşe dosta, konu komşuya et taksimi. Hayvanın eti üzerine yorumlar. Fakirleri düşünme ve onlara acıma sözleri. Türk Hava Kurumu'nun deri toplayan araçlarının hoparlör sesi. Bunları düşündüm hep yolda. Bir sürünün, kurban sürüsünün altında kalmıştım.

Yünü, masada serili keçenin üzerine döktüm. Burası benim otlağım, dağım, mezarlığım oldu. Ne çok yapmam gereken çalışma vardı o günlerde. Boş verdim hepsine. Yapacak mecalim yoktu. Keçeye başımı dayayıp uyumaya çalıştım. Uyumaya çalışırken de bu dünyada yaşanan çirkinlikleri, acımasızlıkları düşündüm. Güçsüzleri. Çocukları en çok da.

4.

Yünlerle oyun oynarken bir ara çok etkileyici görüntüler çıktı ortaya. Bana öyle geldi belki de. Cam kutuya doldurdum bunları. Sonra un, kum eleklerine... Aldım duvara astım bunları. Bir tablo gibi asalet kazandılar. Uzun süre duvarda kaldı bu yeni eserlerim. Eleğin birindeki yünleri boyadım bir ara. Serigrafi mürekkebi ile. Ne kadar boya sürsem de o yünlerdeki ten, can kokusu yitmedi.

Yünün, keçenin kokusunu, müziğini (ağıtını) bizzat yün ve keçenin kendisiyle anlatmanın bir yolunu düşündüm. Daha doğrusu bunu hissetmeye çalıştım. Düşünme mi hissetmeye çalışma mı, tam yerine koyamıyorum. Gerçek şu ki onları aklımdan çıkaramıyordum. Bir daha ölmemelerini, acı çekmemelerini istemiyordum. Ölmüşün bir daha ölmemesi. Belki de beni, en iyi Anne Frank anlayabilir, yaşadıklarımı hissedebilirdi yaşasaydı. Ne diyordu bu küçük kız: "Öldükten sonra da yaşamak istiyorum." Öldükten sonra da yaşamak...

İşte böyle başladı her şey. Atölyemdeki bu yün ve keçelerle yaratı saatlerim. Yaratı saatleri. Daha doğrusu yaralı saatlerim. Günlerim, aylarım...

Bu yün ve keçeleri, bir tek yoğurma, imgeleme aracı vardı. O da ateşti. Başka da hiçbir şey, ne onların, ne de benim yaşadıklarımı dillendirmeye izin veriyordu. Ateşten, külden başka. Pürmüzüm işte bundan dolayı hep yandı. Lav püskürttü sanki hep. Cana, tene yazılar, dizeler yazdım. Kazıdım. Dağladım. Yaktım. Desenler çizdim kızgın yalımlarla. Ağır mı ağır bir yanık kokusu kaplıyordu her yeri. Bu koku, yanan canın kokusuydu. Bu kokularla anlatmaya çalıştım anlatamadıklarımı. Bana yol gösteren, ellerimdeki o titreşimler, uğultulardı. Bedenime sinmiş bu kokular, uzunca süre beni terk etmedi. Karım ve oğlum, tedirgin oldular önce bu kokudan. Ama yadırgamadılar. Tiksinmediler. Alıştılar. Beni anlamaya çalıştılar. Benden bu olanlara dair anlatılar dinlemek istediler. Her gece üçümüz birbirimize sarıldık. Önce kokunun sahiplerinin anlattıklarını duymaya çalıştık. Sonra ben, onların hikâyelerini anlatmaya çalıştım bir gün. Bu böyle sürüp gitti aylarca, yıllarca. Onların bir anlatıcısı olup çıkmıştım. Oğlum, her gece "Baba masal," diyordu bana. "Onların masalını anlat bize".

Artık keçe de yün de birer eser.
Binbir eser.
Küçücük.
Minnacık.
Zerrecik.
Ara sıra düşündüğüm değil.
Düşüncem olan.