Küçük aksak adımlarla doludizgin koşmak

Binnaz Uzun

Ben, bir buçuk yaşındayken yani henüz yürümenin ama özellikle koşmanın nasıl bir duygu olduğunu bilmediğim bir yaşta çocuk felci geçirmişim ve sağ bacağım sakat kalmış. Doğduğum günden beri fiilen hiç koşmadım ama hep içimden koştum. Sanıyorum hepiniz bir şeye çok sevindiğinizde ya da kızdığınızda veya içinizdeki enerjiyi boşaltmak istediğinizde delicesine koşmak istersiniz. İşte böyle zamanlarda gözlerimi kapatıyorum ve bütün vücudumla koştuğumu hissediyorum. Bir de rüyalarımda koşuyorum. Hem de öyle koşuyorum ki uyandığım zaman yorulmuş ve terlemiş oluyorum. Bu, gözleri hiç görmeyen insanların bizi şaşkınlığa düşürecek kadar, renkleri uyum içinde kullanarak resim yapması gibi bir şey. Belki onlarda rüyalarında görüyorlardır. İşte ben de böyle küçük aksak adımlarla doludizgin koşmayı becerebiliyorum…

Sanıyorum hepinizin hayatında ortopedik, işitme ya da görme engelli birileri mutlaka vardır. Burada genel anlamda engellilerle, özel anlamda ise ortopedik engellilerle ilgili bilgilerimi ama daha çok duygularımı ve yaşadıklarımı paylaşmak istiyorum.

Öncelikli amacım da olağan hayat akışa içerisinde bizlerin karşılaştığı zorlukları ve engellemeleri anlatıp belki biraz daha anlaşılmak… Bunun gerekli olduğuna da inanıyorum;

Çünkü ülkemizde tahmini rakamlara göre 8-10 milyon dolayında engelli vardır. “Tahmini rakamlara göre” diyorum çünkü ülkemizde nüfus sayımlarında engelliler pek dikkate alınmıyor.

Evet, nüfusumuzun 10 milyonu engellilerden oluşuyor. Çok sık yaşanılan ve “doğal” sayılan afetlerden ve çeşitli kazalardan sonra aramıza bir hayli daha engelli katılıyor. Yaşanan bu durumlardan sonra genellikle “tek kol, çift kol fark etmez” sözleri yinelenir. Engelli insanları teselli etmeye yönelik bu sözler. “Yaşıyorlardı ya gerisi önemli değildi.” Oysa böyle olmadığını daha sonra fark edeceklerdir. Çünkü artık bu ülkenin 1/10’ini oluşturan 8 milyon engelliden biri olacaklardır. Bu sayının 2. Dünya Savaşında yok olan Almanya’da ölen ve sakat kalan insan sayısından fazla olduğunu biliyor muydunuz? Korkunç bir rakam bu. Ama asıl korkunç olan sayıları bu denli kalabalık olan engellilerin fiilen mevcut olmaları, fakat yaşamıyor görünmeleri, yok sayılmalarıdır. Sokakta on kişiden birinin engelli olması gerekirken sokaklarda rastladığımız engelliler bu sayıyı yalanlayacak kadar az.

Neden bu kadar azlar peki? Çünkü engellilerin büyük bölümü evlerinden çıkabilecek olanakta değiller. Engellilerin dışarıdaki hayata katılabilmesi için öncelikle sokakların ve kaldırımların yapısı uygun değil. Özellikle bazı yerlerde kaldırımlar sanki özel olarak düzenlenmiş gibi. Bırakın engelli olmayı, yaşlı veya hasta iseniz hatta biraz fazlaca şişmansanız bu kaldırımlardan inip çıkabilmeniz olanaksız. Engelliler için “özel” olarak yapılmış rampalar ise tam bir akrobasi gerektirecek kadar dar ve dik.

Azimli bir engelli bu ilk engelleri aşmayı becerdikten sonra otobüs ya da minibüsle –veya herhangi bir ulaşım aracıyla- bir yerden bir yere gitmeyi düşündüğünde yaşananlar tam bir kâbus. Normal otobüsler dışında engelliler için belli hatlara konulmuş otobüsler bile tekerlekli sandalyeliler için kullanışlı değil.

Binalara gelince… Özellikle kamu kurumlarına ait binalar engellilerin giriş, çıkış ve hareket alanları düşünülerek yapılmak zorunda. Ama ne yazık ki bu zorunluluklar bile dikkate alınmıyor. Hiçbir resmi daire de engellilerin kullanımı için yapılmış tuvalete rastladınız mı? Oysa bu yasal bir zorunluluk… Ama değişik bir açıdan bakarsak eğer zaten içeri giremeyeceklerine göre diğer ayrıntılara da gerek yok diyebiliriz. Bunun dışında bir engelli için sinemaya gitmek, haydi içeri girdi diyelim ama çıkışlardaki o dik merdivenleri aşıp dışarı çıkabilmek tam bir “film.” Bu durum karşısında sinema sahipleri “üç-beş” tane engelli film seyredecek diye dünyanın masrafını yapıp mimarilerini bozamayacaklarını söylüyorlar.

Mimari engellerin dışında, toplum olarak engellilere bakışımız da onları evde oturmaya zorunlu kılıyor galiba. İletişimsizliğin hat boyutta olduğu toplumda insanlar engellilere karşı o kadar fütursuzlar ki… Sokakta herhangi biri sizi durdurup sakatlık üzerine bir sürü şey söyleyip sonra da “üzülme beterin beteri var, haline şükret” gibi teselli sözleri söyleme hakkına sahip hissederler kendilerini. Durdurup dua gibi bir şeyler okuyup yüzünüze doğru üfleme cesaretine de sahiptirler. Ortopedik engelliyseniz hele bir de benim gibi yürüme cihazı kullanıyorsanız hele bir de cesaret edip etek giymişseniz sokakta hemen herkes önce bacağınıza sonra yüzünüze öyle acıyarak bakarlar ki… Bazen bu acıma hali neredeyse gözyaşlarına dönüşüverecekmiş gibi olur ki ben onlara acımaya başlarım!

Sakatlığınız vücudunuzun şeklini bozmuşsa elinize bozuk para sıkıştırmaya çalışırlar ya da huysuzluk eden çocuğa “bak eğer söz dinlemezsen sen de onun gibi olursun” denildiğini duyarsınız.

Işık ya da yaya geçidi olmayan bir yerde karşıdan karşıya geçebilmek için olağanüstü dikkat kesilip kendinizi yola attığınızda öyle çok küfürle karşılaşırsınız ki bu haldeyken sokaklarda ne işiniz olduğu sorulur ısrarla…

Yani bir engelli olarak engelliliğiniz sizi etkilemezken burnunuza sokulurcasına ille de engelli olduğunuz hissettirilir.

Bu konudaki örnekleri arttırmak mümkün… Engelliyseniz “sağlam” birine aşkla bağlanmanız anlaşılır bir şey değildir. Hele hele o sağlam biri de buna karşılık vermişse çevreden kabul görmezsiniz ve ona yazık olduğu düşünülür. Yani bir engellinin sevmeyi hak etmesi için duygularını, insanlığını, onurunu inciten ve giderek de canını yakan, ama maddi temeli bu toplumda olan değer yargılarına karşı savaşmak ve savaşı kazanmak zorundadır.

Başka bir açıdan baktığımızda, engelliyseniz ve herhangi bir alanda başarılıysanız buna çok şaşırılır. Belki sizlerde düşünmüşsünüzdür ya da tanık olmuşsunuzdur “helal olsun be, sakat sakat uğraşıp didiniyor, ekmeğini çıkıyor” denildiğine. Aslında biraz da haklılar galiba bu kadar engelin bulunduğu bir yerde bunu başarabilmek helal olsunu hak ettiriyor.

Bu engellerin başında da eğitim alanında karşılaşılanlar geliyor. Bu konuda olağan şeylerden söz etmek yerine daha çarpıcı, düşündürücü ve şaşırtıcı olanlardan söz etmek istiyorum. Engelli hem de öyle tekerlekli sandalyede falan değil, kendi işini kendi gören bir öğrencinin yatılı okullarda okuyamayacağını biliyor muydunuz? Bunu ben yaşayarak öğrendim; ortaokuldan sonra yapılan sınavları kazandım. İzmir’de İngilizce eğitim veren iyi bir yatılı okuldu. Ama sırf engelli olduğum için sağlık raporu alamadım ve tüm çabalarıma karşın o okulda okuyamadım.

Peki, engellilerin ilkokul öğretmeni olamayacağını biliyor muydunuz? Lise sonrası kazandığım okulda “bu bacakla insana şekil veremeyeceğimden dolayı” okuldan “kendi isteğimle” ayrılmak zorunda bırakıldım.

Bu mantıkla engellinin ustaca düşünebilme ve üretebilme yeteneği yok sayılıyor. Dışarı çıkamayan, okula gidemeyen ve eğitimsizlikten dolayı iş bulamayan ya da engelli olduğu için işe alınmayan insanların verimli olmadıkları düşünülüyor. Böylece engelli ekonomik özgürlükten yoksun kalıyor. Sonuçta ekonomik bağımsızlığı olmayan engelli büsbütün toplum dışında kalıyor. Bu durumda diğer insanlardan “farklı” olanın insan haklarından yararlanamayacağı iddia edilebilir mi? Kaldı ki 1975 yılında Birleşmiş Milletler genel Kurulunca oy birliği ile kabul edilen Özürlü Kişilerin Hakları Bildirgesinde tüm engellilerin engelli olmayan yaşıtlarıyla aynı temel haklara ve yaşam standartlarına sahip olduğu belirtilmektedir. Oysa ülkemizde engelliler kendi kaderleriyle baş başa bırakılmış durumdadırlar. Çıkarılan yasalar da ne yazık ki sadece kâğıt üzerinde kalmakta, uygulama alanı bulamamaktadır.

Yasaları bir yana bırakıp yine topluma dönersek… Türk insanının olaylara karşı ne kadar tepkisiz olduğu açık ve düşündürücüdür. Toplumsal ilişkilerde tutuk olduğumuz gerçek bir olgu. İnsanlarımız mutsuzlukları ile doyumsuzlukları ile eşitsizlikleri ile ortalıkta patlamaya hazır birer mayın gibi dolaşıyorlar. Ama mayınlar patlamıyor, yaşamı kısıtlayan, öldüren, parçalayan bunca neden varken, insanlar neden başkaldırıp kendilerini mutsuz eden bu kısır döngüyü yıkmıyorlar? Sakatlık toplum kültürünün bir parçası olarak insanları patlamadan alıkoyan önemli bir işlev görüyor olabilir mi? Şöyle ki; yüzyıllardan beri büyüyerek bu güne gelen engellilik sorunu toplumsal kültürümüzde pasifliğimizin, ses çıkarmamalarımızın, sorunlardan patlayamamalarımızın “halimize şükürle” şekillenen ve acıma duygusuyla insanları rahatlatan bir işlev içermektedir.

Türkiye’de halinden memnun olmayanlar kendilerinden daha kötü olan birini gördüklerinde, büyük bir huşu içinde kendilerine geliyorlarsa onca haksızlığa, baskıya, sömürüye niçin başkaldırmadıkları da rahatça anlaşılır.

Engellilik sorunu Türkiye’de bu anlamda bir işleve sahiptir. Olaya ne kadar hümanist baktığımızı söylersek söyleyelim kültürümüzün içine işlemiş olan engelliye bakış açısı toplumsal yaşamda, kendimizi sınayıp boşaltabileceği bir kurum olmasını engelleyemiyor. Türkiye’de engelli olmak bir kurumun parçası olmak demektir. İster dilenelim ister hayatımızı kazanıyor olalım, kültürümüz bizi bu kurumun birer hizmetlisi yapıyor. Gönüllü hizmetliler, önlerine atılan para ile bu hizmetlerinin karşılığını alırlarken, gönüllü olmayanlar da bakışların ezici baskısı altında diyetlerini ödemekten kurtulamıyorlar. Oysa toplumsal sorunların bireysel ve kişisel kıyaslamalarla çözüldüğü nerede görülmüştür ki?

"Bir daha birilerimizden birini görüp unutuncaya dek dertlerinizi unutturmak için varız aranızda”

Şimdi biraz da konuyu dil ile bağlantılandırmak istiyorum…

"Yaşayan Türkçe” denilen günlük konuşmalarımızın vazgeçilmez öğesi olan atasözleri ve deyimlerimiz aslında toplumsal kültür çözümlemelerinde ölçüt olarak kullanabileceğimiz şeylerdir. Bunu daha iyi anlayabilmek için engelliler konusundaki atasözleri ve deyimlere bir bakalım.

Kel başa şimşir tarak

Baca eğri de olsa dumanı doğru tüter

Topalla gezen aksama öğrenir

Sağır duymaz uydurur

Körle yatan şaşı kalkar

Kör topal yaşamak

Kıssadan hisse yaşamımıza üzerinde düşünmediğimiz, sorgulamadığımız o kadar çok şey yerleşmiş ki, bunlar da onlardan birileri…

Ayrıntılara dikkat ederek, farklı olanı da görerek ve düşünerek bütün engelleri aşacağımıza inanıyorum…

Sevgiyle…