Bir şeyi akılda tutmak gerekiyor: OHAL sonrasında görüldüğü gibi, saray rejiminin acil önlem söylemiyle öncelikle geçici olduğunu söyleyerek hayata geçirdiği uygulamaları ya da yasakları, zamanla kalıcı hale getirmek gibi bir alışkanlığı var.

Kültür emekçileri bir yaşam tarzı denetiminin bedelini ödüyor

YASİN DURAK

Pandemi önlemleri çerçevesinde açlığa terk edilen kültür emekçileri uzun süredir seslerini duyurmaya çalışıyorlar. İlkin geçtiğimiz yıl Kasım ayında zaman kısıtlamalarına karşı İzmirde başlayan sessiz eylemlerin yaygınlaşmasıyla sürdürülen protestoların ardından, pek çok sanatçının açıklamaları, pandemi boyunca karşılaşılan müzisyen intiharları, enstrümanlarını satarak hayatta kalmaya çalışan müzisyenler derken, son günlerde kimi sanatçıların enstrüman tellerini keserek gösterdikleri tepkiler kanayan bir yarayı işaret ediyor.

Geçtiğimiz Ocak ayında Kültür ve Turizm Bakanlığı artık inkâr edemediği bu duruma engel olurmuş gibi görünmek istediğinden, pandemi sürecinde müzisyenlere aylık 1000 lira destek sağlayacağınııklamıştı. Bu günlerde kamuoyuna bu yardımın 3000 liraya çıkarılacağı duyuruldu, fakat bu desteği alabilmek için vergi mükellefi olmak gerekiyordu ve tam da bu yüzden bu fon özellikle eğlence sektörünün hemen hemen tamamı enformel olan istihdam hacminin içeriğini dışlamak üzerine kuruluydu. Gelen yoğun tepkiler üzerine bu şart kaldırıldı. Bu durumda bile, söz konusu yardımın yeterli sayıda emekçiye ulaşıp ulaşmadığı belli değil. Üstelik müzisyenler buzdağının görünen kısmı, Kasım ayında başlayan protestolara katılan bar emekçileri ve hatta işletmecileri de aynı dertlerden mustarip olarak taleplerini dile getirmişti. Fakat onlar asla tartışma konusu bile edilmediler. Ve eğlence sektörü üzerindeki kısıtlamalar hâlâ katı bir denetimle sürdürülüyor.

Açıkçası saray rejimi bu alandaki mağduriyetlere kulak verme konusunda pek hevesli değil. Çünkü kültür sanat alanının bu kısmı, rejimin zaten yok etmeye, en azından daraltmaya çalıştığı bir alan. İşsiz bırakmanın, üretimden dışlamanın, hatta iktisadi varlık olanağı tanımayarak açlıkla terbiye etmenin yaptırım gücünü saray rejimi çok uzun süredir kendine tabi olmayanlar üzerinde kullanıyor. Ataması yapılmayan öğretmenler birer birer intihar ederken, torpilli atanmışlar eğitim kalitesini düşürmek pahasına kollanıyor; terör soslu söylemlerle akademik tasfiye devam ederken, birbiri ardına açılmış tabela üniversitelerde çoğunun akrabalığı soyadından belli olan hizipler kadrolaşıyor; gazetecilik yapanlar hapse atılırken yandaşlar kollanıyor. Emek piyasasının denetim kalıpları ücretlilik ilişkisini muhafazakâr kalıplara hapsetmiş durumda. Ekmek himmetin ağzında, en ufak iş için bile en azından dolaylı bir biat ya da suskunluk gerekiyor. Kamu bürokrasisinin hali zaten ortada, kayırmacılık saray rejiminin kurguladığı ekonomik modelin nirengi noktasında duruyor. İşte pandemi koşulları, bu formun eğlence sektörüne ve kültür-sanat üretimine doğru yaygınlaştırılması için saray rejimi tarafından fırsat olarak kullanılıyor. Bu alanda da saray rejimi kendine merbut kıldıklarını kollarken, kendinden müstakil olanları yok olmaya zorluyor. Bu nedenle iki gün önceki yazısını şu sözlerle bitiren Şenay Aydemir’in hakkı var: “Kültür sanat alanında yaşananları, diğer alanlardan bağımsız düşünemeyiz. İzmir’de intihar eden müzisyen ile Adıyaman’da kendisini asan işçi arasında dolaysız bir bağlantı var. İkisi de rejimin sınıfsal ve ideolojik tercihinin can yakıcı sonuçları”.

İktisat ile siyasetin ayrılmazlığı ilkesi burjuva egemenliğinin ayrıksı yapılanışında türeyen sisi dağıtan bir yelpaze gibidir. Fakat saray rejimi bugün eriştiği noktada öylesine kaba bir tahakküm uyguluyor ki çoğunlukla bir dolayıma, hatta mistifikasyona bile ihtiyaç duymuyor. Nüfusun büyük bir bölümünü açıkça düşman ilan ederek, kendisini onayan değerlerle bezeli bir dizgeye biat etmeye zorluyor. Bu nedenle de seküler yaşam tarzı önce iktisaden tüketim düzleminde emekçi sınıf için imkânsız olacak ölçüde pahalanırken, sonra kademe kademe daraltılarak alengirli siyasetlerle üretim düzleminde sönümlenmeye terk ediliyor. Pek çok alanda destek ve hatta teşvik dağıtılırken, başta alkollü müesseseler olmak üzere birçok işletmenin mahsus iflasa sürüklenmesi, saraya “yanaşan” sanatçılar fonlanırken çoğunun açlığa terk edilmesinin nedeni bu. Erdoğan tarafından sıklıkla dile getirilen “kültürel iktidar olamama” feveranının dolaysız çıktıları, kültürün hem sanatsal-entelektüel hem de folklorik uğraklarına böyle tesir ediyor. Pandemi önlemleri kapsamında geçtiğimiz Ramazan ayında uygulanan içki yasağı bunun en açık göstergelerinden biriydi.

Burada önemli bir ayrıntı var. Kültürel iktidar olma kurgusunun yalnızca sinemayla, tiyatroyla, müzikle yahut genel olarak sanatsal üretimle ilintili değil, aynı zamanda yaşam tarzına müdahil bir folklorik tahakkümle de ilintili olduğu ayrıntısı. En kaba biçimleriyle AKP kongrelerinden başka her şeyin yasaklandığı sıralarda görüldüğü gibi, AVM’lerden camilere uzanan bir hatta kalabalıkların toplandığı hayat sürerken, opera ve tiyatro salonlarından gece hayatına uzanan bir hatta “toplanmak” yasak. Ve bir şeyi akılda tutmak gerekiyor: OHAL sonrasında görüldüğü gibi, saray rejiminin acil önlem söylemiyle öncelikle geçici olduğunu söyleyerek hayata geçirdiği uygulamaları ya da yasakları, zamanla kalıcı hale getirmek gibi bir alışkanlığı var. Bu nedenle pandemi önlemlerinin bir yaşam tarzı denetimine dönüşmesine engel olmak, gerektiğinde önlem alınmasına karşı çıkmaksızın en azından bu dengeyi koruyacak tepkileri ortaya koyabilmek elzem.

Ezcümle, yaşananlar Türkiye’de dindar-muhafazakâr yaşam tarzını baskın kılmaya yönelmiş bir kültür kırımın bizzat devlet aygıtı aracılığıyla gerçekleştirilmekte olduğunu gösteriyor. Kültür emekçilerinin ödemekte olduğu bedel, tahakkümün her alanda olduğu gibi bu alanda da ilk kurbanlarının emekçiler olduğunu bir kere daha kanıtlıyor. Hal böyle iken, bugün Türkiye’de laiklik nosyonunun üzerine yapıştırılmış burjuva ezberden acilen arındırılması ve sınıfsal içeriğiyle sosyalist siyasetlerce benimsenmesi gerekiyor.