Küresel ekonominin temel zayıflığı

Richard Kozul-Wright

Küresel ekonomi geçen on yılda 2008 krizini atlatmak için başlıca merkez bankalarının borç ve likidite enjeksiyonlarından nemalandı. Ancak reel ekonomide istikrarlı büyüme ve üretken yatırımların yokluğunda, düşüş kaçınılmaz.

Lehman Kardeşler on sene önce iflas ilan ettiğinde kimin kime borçlu olduğu, kimin borçlarını ödeyemediği ve ilk düşenin kim olacağı bir anda bilinemez oldu. Bankalar arası kredi piyasası dondu, Wall Street panikledi, hem ABD’de hem dünyada şirketler battı. Siyasetçiler krize tepki vermekte zorlandı ve 1980’lerden beri süregelen “Büyük Moderasyon”un yeni bir buhrana dönüşüp dönmeyeceği ekonomik uzmanlar için merak konusu oldu.

İnsafsız süreç
Geriye dönüp baktığımızda, krize giden sürecin insafsızlıklarla dolu olduğunu görüyoruz. Sonrasında ise pek az şey değişti. Finansal sistemin basitleştiği, daha güvenli ve adil hale geldiği söyleniyor. Ancak kamu kaynaklarından menfaat sağlayan bankalar her zamankinden daha büyükler, karmaşık finansal enstrümanlar hala vazgeçilmez ve bankacıların aldıkları primler sel olmuş akıyor. Aynı zamanda denetlenmeyen, ya da gerektiği kadar denetlenmeyen “gölge bankacılık” uygulamaları 160 trilyon dolarlık bir pazara dönüşmüş halde. Bu hacim küresel ekonominin iki katına eşit.
Önde gelen merkez bankalarının dünyaya son on yılda pompaladığı likidite sayesinde varlık piyasaları toparlandı, şirket birleşme süreçleri hızlandı ve yöneticiler şirket hisselerini geri topladı. Diğer yandan, reel sektörde bir gün iyimserlik hakimden, ertesi gün çöküş riskleri konuşuluyordu. Bu esnada politika yapıcılar hisselerdeki ve ihracattaki artışların gelir artışı getireceğini düşünürlerken, kazanımların çoğu piramidin tepesindekilerin zimmetine geçmişti bile.

Güven yitiriliyor
Bunlar aslında daha da büyük bir tehlikeye işaret ediyor; sisteme güvenin yitirildiğine. Uzun yıllar önce Adam Smith, “hile” oluştuğu algısının herhangi “kurallı sistemi” er ya da geç çökerteceğini öngörmüştü. 2008’den beri hoşnutsuzluğun temel sebebi, krize sebep olanların bedel ödemek şöyle dursun, krizden kazançlı çıktığı algısı. Bu sebeple toplumları, ülkeleri, yurttaşları bir arada tutan siyasi kurumlara olan güven zayıfladı.

Küresel göstergeler geçen sene iyileşmeye başladığında kimileri “güneşli” günlerin geldiğini söylemekte aceleci davrandı. ABD hariç tüm ülkelerde büyüme öngörüleri düşüş eğilimindeydi ve bazı ekonomiler yavaşlıyordu. Çin ve Hindistan çizgilerini korusa da baskı altındaki gelişmekte olan ekonomilerin sayısı arttı. Güçlü merkez bankaları para politikasının normalleşmesinden söz ederken, sermaye kaçışı ve devalüasyon tehlikeleri bu ülkelerin siyasetçilerini uykusuz bırakıyor.

Sorun büyümenin kısıtlı kalması değil, borç temelli olması. 2018 senesinde küresel borç stoku neredeyse 250 trilyon dolara ulaştı. Bu rakam, küresel üretim hacminin üç katına eşit ve yalnızca on sene önce 142 milyar dolar seviyesindeydi. Gelişmekte olan ekonomilerin borç oranı 2007’de yüzde yediyken, 2017’de yüzde 26’ya ulaştı ve bu ülkelerdeki reel şirketlerin borç oranı GSYH’nin yüzde 56’sı seviyesindeyken, 2017’de yüzde 105’lere ulaştı.

Bağ koptu
Üstelik sıkılaşan para politikasının gelişmekte olan ülkelerdeki etkisi daha da sertleşecek çünkü varlık balonları ile reel ekonomideki toparlanma arasındaki bağ kopmuş durumda. Borsalar canlanırken maaşlar yerinde sayıyor. Kriz sonrası borçlanmaya rağmen GSYH’nin yatırımlara oranı gelişmiş ekonomilerde düşüş gösterdi ve gelişmekte olanlarda yerinde saydı.

Gelinen noktada “bilinmediği bilinen” bir şey var. ABD Başkanı Donald Trump’ın ticaret savaşı ABD’nin ticaret açığını kapatmayacak ve Çin’in teknolojik üstünlüğünü kırmayacak. Kısasa kısas hamleler yalnızca küresel belirsizliği arttıracak. İşin kötüsü, tüm bunlar küresel ekonomiye olan güvenin halihazırda tökezlemeye başladığı bir dönemde yaşanıyor. Finansal istikrarsızlığın etkisini hisseden ülkelerde, küresel ticaret sisteminin bozulmasının etkileri büyük ve kaçınılmaz olacaktır.

Yaygın kanının aksine savaş sonrası liberal düzende “sonun başlangıcını” yaşamıyoruz. Çünkü sonun başlangıcına şahit olalı yıllar oldu; serbest sermayenin yükselişi, istihdamın bir politika hedefi olmaktan çıkması, maaşlar ile üretkenlik arasındaki bağın kopması, şirketlerin siyaset ile yakınlaşması... Bu çerçevede ticaret savaşlarını sağlıksız hiper-küreselleşmenin semptomları olarak görmek daha yerinde olur.

Çin’e düşmanlık
Sorun gelişmekte olan ekonomilerde de değil. Çin’in ekonomik kalkınma hakkına sahip çıkma niyeti Batı dünyasında tepkiyle, hatta apaçık düşmanlıkla karşılandı. Ancak Çin, gelişmiş ekonomilerin kalkınırken kullandığı kılavuza göre davranmaktan başka bir şey yapmıyor.

Aslında bakarsanız Çin’in başarısı, 1947 Birleşmiş Miletler Ticaret ve İstihdam Konferansında tasavvur edilenin ta kendisi. Uluslararası aktörler kürese ticaret sisteminin temellerini bu konferansta atmıştı. O zamanki söylem ile günümüzdeki arasındaki fark çok uluslu sistemin asıl hedeflerin nasıl saptığını gösteriyor.

Lehmen krizi başta “savaş sonrası” çok ulusluluk ruhunu canlandırdı ancak bu durum kalıcı olmadı. Hiper-küreselleşmenin yarattığı adaletsizlikleri çözmek için her zamankinden daha işbirlikçi davranmamız gerekirken “serbest ticaret” çığırtkanları güvenin, adaletin ve eşitliğin yeniden tesis edilmesi gerektiğini söyleyenleri susturdular. Güven olmazsa, işbirliği de olmaz.

Projecy Syndicate’dan çeviren Fatih Kıyman